Bu yazımızda güncel müfredata göre hazırladığımız 9. sınıf tarih dersi 3. ünitesi olan Orta Çağ Medeniyetleri ünitesinin özet ders notlarını paylaşıyoruz. 9. sınıf tarih kitabı özet pdf ders notları sayesinde derslerde daha başarılı olacaksınız. Maarif modeline uygun olarak hazırladığımız 9. sınıf tarih dersi notları aşağıdaki konuları kapsamaktadır.
3. Ünite Orta Çağ Medeniyetleri
Orta Çağ Devletleri Kronolojisi
MÖ 4000- … Çin
330- 1453 Doğu Roma İmparatorluğu
226- 651 Sasaniler
552- 630 I. Göktürk Devleti
622-661 İslam Devleti
661- 750 Emeviler
682-742 II. Göktürk Devleti
744- 840 Uygur Devleti
750- 1258 Abbasi Devleti
3.1. ORTA ÇAĞ’DA YAŞANAN KİTLESEL GÖÇLER
KAVİMLER GÖÇÜ ÖNCESİ ASYA VE AVRUPA’NIN SİYASİ DURUMU
Göç; bir topluluğun kendi yerini, yurdunu terk ederek başka bir yere gitmesine veya yer değiştirmesine verilen genel bir addır. Kavimler Göçü günümüze kadar başta Asya ve Avrupa coğrafyası olmak üzere dünyanın çoğu bölgesini etkilemiştir.
ROMA İMPARATORLUĞU
Akdeniz’de hüküm süren Roma İmparatorluğu, doğuda ve batıda büyük topraklar elde etmiş ve dünyanın en büyük imparatorluğu olmuştur. Doğuda Sasaniler batıda da Germen kavimlerinin saldırıları MS III. yüzyıldan itibaren imparatorluk içinde siyasi, askerî, sosyal ve ekonomik yönden zorlu günler yaşanmasına sebep olmuştur.
GERMEN KAVİMLERİ
Roma İmparatorluğu’nun kuzeyindeki Avrupa topraklarında Ostrogot, Frank, Burgund, Vizigot, Vandal, Süev gibi çeşitli Germen kavimleri yaşardı.
Çiftçilerden, çobanlardan ve avcılardan oluşan Germen kavimleri, şehir yaşamından uzak, orman temizleyip tarım yapan ya da ovalarda yaşayan insanlardı.
Romalılara göre kendileri uygar, Germenler ise hâlâ uygarlaşamamış barbarlardı.
Germen kavimleri daha iyi topraklar için arayış içindedir. Germen yayılımının temel sebebi, hızlı nüfus artışıydı. Germen kavimlerinin yaşadığı bölge; ormanlar ve bataklıklarla kaplı, kasvetli, soğuk ve ekseriyetle yağışlıdır. Ayrıca, zaman zaman su baskınları da meydana geliyordu. Dolayısıyla kavimlerin yaşadıkları bölgenin coğrafi ve iklimsel özellikleri yaşamı zorlu kılmaktaydı. Öte yandan Germenler savaşçı bir toplumdu.
HUNLAR
Türk topluluklarını tek çatı altında toplayan Asya Hun Devleti, önce Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmış; Doğu Hun Devleti de daha sonra Kuzey ve Güney olarak bölünmüştür.
Hunlar, MS III. Yüzyılda kısmen zayıflamış olsalar da Türkistan’daki varlıklarını sürdürmüştür.
Ancak bazı Hun boyları;
Çin baskısı,
veraset savaşları
ve kuraklık yüzünden Avrupa’ya komşu sahalara, özellikle de Hazar Gölü çevresine yerleşmiştir.
SASANİLER
Kendilerini Perslerin varisi olarak gören Sasani Devleti, onların ulaştıkları sınırlara ulaşmak istemiş ve bu amaçla Roma’dan bu toprakların iadesini talep etmiştir. Bu süreçte Roma ile Sasaniler arasında sınır ihlali nedeniyle büyük mücadeleler yaşanmıştır.
KAVİMLER GÖÇÜ
Orta Asya’daki siyasi hâkimiyetlerini kaybeden Hun boyları, Balamir önderliğinde İtil Nehri’ni geçerek 374 yılında ilk defa Avrupa önlerinde görünmeye başlamıştır. Hun Türkleri ilk olarak yarı İranlı yarı Türk kökenli olan Alanlar ile karşılaşmıştır. Alanlar, Hun Türkleriyle karşılaşınca batıya doğru göç etmeye başlamış ve bazı boy beyleri Hunlara katılmıştır.
Alanların harekete geçmesi bir domino etkisi oluşturmuştur. Ostrogotlar, Vizigotlar, Vandallar, Süevler, Burgundlar, Franklar, Angıllar ve Saksonların göç hareketine başlamasıyla birbirini sürükleyen kavimler, Roma’nın içlerine girerek talan ve yağma hareketlerinde bulunmuşlardır.
Rusya, Balkanlar, Baltık bölgesi ve Doğu Avrupa coğrafyasında dengeler değişmeye başlamıştır. Yaşanan Hun akınları Katalon Ovası’na, Trakya, Sicilya, Sardinya, ve Kuzey Afrika’ya olan göçleri de artırmıştır.
Hunlar, 378’de Tuna’yı geçerek öncü kuvvet mahiyetinde Trakya’ya kadar ulaşmıştır. İki koldan Roma topraklarında ilerleyen Hunların bir kolu Balkanlardan Trakya’ya ilerlerken diğer kolu Kafkaslardan Anadolu istikametine yönelmiştir.
Hun askerî gücünün tazyiki ile başlayan, kavimlerin birbirlerini yurtlarından sürmesi ile devam eden ve Roma İmparatorluğu’nun kuzey eyaletlerini alt üst ederek İspanya’ya kadar uzanan bu göç dalgası Avrupa’nın etnik çehresini değiştirmiştir.
Avrupalı tarihçiler tarafından Büyük Göç veya Kavimler Göçü olarak tanımlanan bu göç hareketleri, sekiz yüzyılı kapsayan bir sürecin parçası olarak kabul edilmiştir.
Kavimler Göçü’nün başlamasıyla Germen halklarını imparatorluk topraklarından çıkarmayı başaramayan Romalılar, MS 382’den itibaren Germen kabileleri ile anlaşmalar yapmıştır.
Vandallar tarafından yağmalanması, anıtların yok edilmesi, yağmacıların birkaç bin mahkûmla birlikte mümkün olan her şeyi alıp götürmesi Roma’da büyük bir kaosa yol açmıştır. Bu sebeple Vandallık veya Vandalizm, yapılan yağmaları anlatan bir kavram olarak günümüze kadar kullanılagelmiştir.
Germen halkları başlangıçta imparatorluğa bağlı olsalar da zamanla bağımsız derebeylikler hâline gelmiştir. İç karışıklıkların bitmediği Roma İmparatorluğu MS 395 tarihinde Doğu Roma ve Batı Roma olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Batı Roma ilk olarak kendi egemenliği altındaki Vandallar ile Süevler tarafından istila edilmiş daha sonra da MS 451-452 yıllarında Hun saldırılarına maruz kalmıştır. Batı Roma İmparatorluğu 476 yılında yıkılarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır.
Roma İmparatorluğu çökerken bu iktidar boşluğunu dolduran ve Orta Çağ Avrupası’nın yapısını oluşturan küçük barbar krallıklar ve feodal beylikler ortaya çıkmıştı. Kavimler Göçü sonrasında Batı Avrupa bir dönüşüme uğramış, Romalılar ve Germenler karışıp kaynaşmıştır. Bu dönemde idari üstünlük Germenlerde olsa da kültürel üstünlük her zaman Romalılarda kalmıştır.
Orta Çağ’ın karanlık dönemi olarak adlandırılan bu dönemde devlet otoritesinden yoksun kalan Avrupa, büyük bir karmaşaya sürüklenmiştir. Köklü bir devlet geleneği olmayan bu barbar krallıkların kurulmasıyla yaşanan siyasi alandaki değişiklik, ekonomik ve sosyal yapıyı etkilemiştir. Bu dönemde Orta Çağ Avrupası’na damgasını vuran ve kıtanın siyasi yapısını şekillendiren feodalizm anlayışı ve yapısı ortaya çıkmıştır.
Kavimler Göçü’nün Sonuçları
Kavimlerin hareketiyle Avrupa Kıtası’nda büyük bir kargaşa yaşandı.
Günümüz Avrupa milletlerinin temelleri atıldı.
Roma İmparatorluğu, Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.
Avrupa Hun Devleti kuruldu.
Avrupa’da feodalite güç kazandı ve skolastik düşünce gelişti.
Avrupalılar, Türk kültürünü tanıdı.
Germen Kavimlerinin Yeni Yerleşim Yerleri:
Angıllar ve Saksonlar: İNGİLTERE
Franklar: FRANSA-GALYA
Burgundlar: GÜNEY FRANSA
Süevler: İSPANYA
Vandallar: İSPANYA-AFRİKA
Ostrogotlar ve Vizigotlar: İTALYA-İSPANYA
Orta Çağ’da Yaşanan Kitlesel Göçlerin Avrupa ve Asya’da Oluşturduğu Değişim
- Avrupa’da bir Türk devleti kurulmuştur.
- Germen kavimleri birbirlerini iterek Avrupa’nın tamamında nüfus hareketine neden olmuştur.
- Roma İmparatorluğu’nun bölünmesiyle Avrupa ve Ön Asya’da siyasi dengeler değişmiştir.
- Roma İmparatorluğu bölünmüş ve Avrupa’da siyasi birlik ortadan kalkmıştır.
- Avrupa’da asayiş bozulmuş ve insanlar kendi güvenliğini sağlamaya çalışmıştır.
- Hun Türklerinin büyük bir kısmı batıya doğru göç etmiştir.
Orta Çağ’da Yaşanan Kitlesel Göçlerin Avrupa ve Asya’da Oluşturduğu Değişimin Etkileri
• Avrupalılar Türklerden pantolon, üzengi gibi birçok yenilik öğrenmiştir.
• Günümüz Avrupa milletlerinin temelleri atılmıştır.
• Eski Çağ kapanmış, Orta Çağ başlamıştır.
• Feodal sistem güç kazanmıştır.
• Papalık ve kiliseler güç kazanmıştır.
• Birçok Türk kavmi, batıya doğru göç etmeye başlamıştır.
FEODALİZM
Feodalizmde, teoride siyasi güç kralda toplanmıştır. Fakat kral gücünü mutlak sadakat koşuluyla ve kontrollü olarak yerel derebeyleriyle paylaşır. Bu sisteme göre siyasi güç; krala ait olup kral, siyasi otoritesini mutlak sadakat koşuluyla ve kontrollü olarak derebeyleriyle paylaşmıştır.
Lordlar, kendisine sığınan köylü sınıfını korumak ve topraklarına toprak katabilmek için sadık bir silahlı güce ihtiyaç duymuştur. Bu profesyonel savaşçılara şövalye adı verilirdi.
Bu dönemde halkın ezici bir çoğunluğu dış dünyaya karşı korku, şüphe ve çekinme duygusu içinde yaşamını sürdürmüştür. Sanat, eğitim, ticaret, üretim ve iş bölümü en az seviyeye inmiştir. Bu toplumsal yapı içerisinde yalnız iki sınıf, soylular ve ruhbanlar maddi ve manevi yönleriyle iyi bir durumda kalmıştır.
Nüfus az, üretim kıt, yoksulluk aşırı boyutlara yükselmiştir. Sosyal yapı ilkel bir seviyeye inmiştir. Değerler sistemi, kuvvete ve inançlara dayanan bir toplum olmuş, sadece savaşçılık ve din adamlığı saygı gören meslekler hâline gelmiştir.
Feodal düzende göze çarpan sınıflardan bir şövalyelerdir. En önemli şövalyelerin kendilerine ait şatoları ve kaleleri vardı. Feodal toplumda şato; güç ve prestij, mevkii, ayrıca gerçek bir kültür merkeziydi. Askeri seferler ve savaşla ilgili işlerin yanı sıra, şato feodalizminin değerler sisteminin ve düşünce biçimlerinin incelikle işlendiği ve hayata geçirildiği yerdi.
KİLİSE
Kavimler Göçü’nün yaşandığı dönemde kilise, kök salmak ve yayılmak için yaşanan korku ve karmaşa ortamından faydalanmıştır.
Batı Roma’nın bıraktığı boşluğu doldurarak daha güçlü bir kurum haline gelen Kilise sonunda imparatorluğun mirasını devralmıştır. 5. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Avrupa’da Hristiyanlığın köylüler ve barbarlar arasında yayılması büyük ölçüde tamamlanmıştır. Böylece şehirlerden başlayarak köylere kadar inen kilise örgütlenmesi de güçlenmiştir. Bu durum aynı zamanda Orta Çağ Avrupası’nın en belirgin özelliklerinden biri olan skolastik düşüncenin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Skolastik düşüncede esas olan kilisenin ortaya koymuş olduğu öğretidir. Aristo mantığına sıkı sıkıya bağlı olan bu düşüncede kitap ve üstat bilgileri esas alındığı için tabiatın doğrudan doğruya müşahedesi yoktur.
Gerçeği araştırma düşüncesi ya da yeni bir dünya görüşü endişesi yoktur. Dünyevî işlerin dışında olması gereken Kilise, piskoposlar aracılığıyla yönetime katılmayı normal görmüştür. Yönetime katılmak bazen bölgede kralın temsilcisine yardımcı olmak, bazen de onun denetleyicisi olma biçiminde olmuştur.
İnananların sadakatleri ile oluşturulan, kiliselerin mal varlığı, muazzam servetlere dönüşmüştür.
AVRUPA HUN DEVLETİ
IV. yüzyılın sonunda Avrupa’da görünen Hunlar, İç Asya’dan batıya gelen Türk kavimlerinin ilki olmuştur.
Hunlar, Büyük Kavimler Göçü’nü başlatmış, Germen kavimlerini bir daha birleşmemek üzere dağıtmış ve en önemlisi Roma İmparatorluğu’nu temelinden sarsmıştır.
MS 375 yılıyla birlikte Balamir önderliğinde batıya göç eden Hunlar Macaristan ovalarına yerleşmiştir. Hunlar kısa zamanda Orta Avrupa’daki barbar kavimleri egemenlikleri altına alarak V. yüzyıl başlarında Kafkaslardan Elbe Irmağı’na kadar uzanan geniş topraklar üzerinde Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kurmuştur.
Attila devlete en parlak dönemini yaşatmıştır. Attila, Balkan ve Galya seferlerini gerçekleştirmiştir. Balkan Seferi’yle Doğu Roma İmparatorluğu’nu vergiye bağlayan Attila, Galya Seferi’yle Batı Roma İmparatorluğu’nun başkenti Roma’yı abluka altına almıştır. Romalılar, Papa başkanlığında bir barış heyetini Attila’ya göndermiş ve ondan Roma’yı esirgemesini istemiştir. Papa’nın güvence isteğini kabul eden Attila, böylece Batı Roma İmparatorluğu’na üstünlük sağlamıştır.
Attila, bu sefer dönüşünde ölmüş ve yerine sırasıyla oğulları İlek, Dengizik ve İrnek geçmiştir. Avrupa’da tutunamayacağını anlayan Hunlar, İrnek Dönemi’nde, Karadeniz’in kuzeyine çekilmiştir.
ATTİLA
Avrupa’nın pek çok yerinde yüzyıllar boyu hakkında efsaneler türetilen Attila, hem Türk hem de dünya tarihinde derin izler bırakmıştır. Onun hakkında türetilen efsanelerin en meşhuru Attila’nın, Savaş Tanrısı Ares’in kılıcına sahip olduğu ve bu nedenle bütün dünyaya hükmedeceği inancıdır. Attila’nın hayatı ve savaşları; resim, heykel, tiyatro, opera ve edebî metinlere konu olmuş, hakkında pek çok kitap yazılmıştır. Onun savaşlarını konu alan Almanların meşhur Nibelungen Destanı, Attila’yı (Etzel) babacan, iyiliksever ve yüksek vasıflı bir hükümdar olarak tanıtmaktadır. Attila’nın ordusunun etkileri Orta Çağ boyunca Avrupa milletleri üzerinde görülmüştür. Attila, Avrupa’da Tanrı’nın Kırbacı alarak anılmıştır.
TÜRK GÖÇLERİ
Göçlerin nedenleri:
Ekonomik sıkıntı yani ana yurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalması,
Kuraklık, nüfus artışı ve otlak darlığı
Sınırlı bir tarım dışında sadece hayvan yetiştirilebilmesi
Türklerde bir boyun başka bir Türk boyu göçe mecbur etmesi
Yabancı (Çin ve Moğol), ağır dış baskıya maruz kalmaları
Başka milletlerin egemenliğini kabul edip istiklalden mahrum kalmaktansa memleketi terk etmeyi tercih etmeleri
Fetih arzusu ve yeni vatanlar kurma fikri.
Tarihî kayıtlarda Türk göçlerinin iktisadî sıkıntı, yâni Türk anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalması dolayısıyla olduğu belirtilmiştir. Büyük ölçüde kuraklık, nüfus kalabalığı ve otlak darlığı Türkleri göçe mecbur etmiştir.
Türk göçleri, daima doğudan batıya doğru bir akış halinde olmuşlardır. Tesadüfen meydana gelmemiş olan bu tarihî gelişmeyi, kolaylaştıran ve teşvik eden bazı temel sebepler vardır. Her şeyden önce Ural dağlarından Orta Avrupa’ya kadar olan Karadeniz’in kuzeyindeki sahalar, Orta Asya’daki bozkırların tabiî bir uzantısı durumundadır. Bu saha bitki örtüsü ve iklimiyle Türklerin kendilerine has hayat tarzlarını sürdürmeye son derece elverişli bir bölgedir. Bu durum Türk göçlerini ve yayılmasını teşvik eden önemli bir etken olmuştur.
Ayrıca bölgede, Türklerin karşısına aşamayacakları tabiî bir engel veya Çin, İran ve Bizans gibi yerleşik medeniyete sahip büyük bir devlet çıkmamıştır.
Göçler Türk tarihini belirli bir zaman kesitinde ve bütün hâlinde incelemeyi zorlaştırır. Tarihleri ve sınırı belli bir coğrafi çevre içinde cereyan eden diğer milletlerin aksine Türk toplulukları asırlarca yeni iklimler, yeni yurtlar arayarak tarihlerini farklı bölgelerde yapmışlardır.
Avarlar, VI. yüzyıl ortalarında Batı Türkistan’dan Orta Avrupa’ya göç ederek Avar Devleti’ni
kurmuşlardır
Sabarlar, V. yüzyılın ikinci yarısında Aral Gölü’nün kuzeyinden Kafkaslara göç ederek Sabar Devleti’ni kurmuşlardır
Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Uzlar, IX-XI. yüzyıllarda Hazar Denizi’nin kuzeyinden Doğu Avrupa ve
Balkanlara göç etmişlerdir.
Hazarlar, Karadeniz ile Kafkas Dağlarının kuzeyine ve İtil Nehri dolaylarına göç ederek VII. yüzyılda Hazar Devleti’ni kurmuşlardır.
Bulgarlar, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara ve Volga Nehri kıyılarına göç ederek IX. yüzyılda Bulgar Devleti’ni kurmuşlardır.
Oğuzlar, X-XI. yüzyıllarda Orhun Bölgesi’nden Seyhun Nehri kenarlarına, Mâverâünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç ederek Büyük Selçuklu, Türkiye Selçuklu ve Osmanlı Devleti’ni kurmuşlardır.
Akhunlar-Eftalitler, 350 yıllarında Afganistan ve Kuzey Hindistan’a göç ederek Ak Hun Devleti’ni kurmuşlardır.
Hunlar, Çin’e göç eden bazı Türk boyları Kuzey Çin’de Hun ve Tabgaç devletlerini kurmuşlardır..
Uygurlar, (Yerleşik hayata geçen ilk Türk devleti) 840’ı takip eden yıllarda Orhun Nehri çevresinden
Türkistan’a göç etmişlerdir
Ogurlar, 461-465 yılları arasında Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya göç etmişlerdir.
Balkan Coğrafyası ve Türkler
Balkan coğrafyası M.S. 376’lardan itibaren Türk tarihinde büyük bir öneme haiz olmuştur. Bu yüzyıldan itibaren İtil nehrini geçerek Doğu Avrupa’dan Balkanlar’a kadar uzanan bölgeye ulaşan başta Doğu Avrupa Hunları olmak üzere, Avarlar, Bulgarlar, Sabarlar, Hazarlar, Peçenekler, Uzlar (Oğuz) ve Kuman-Kıpçaklar bu geniş sahada büyük ve etkili bir güç oluşturmuşlardır.
Bu Türk kavimleri bölgeyi kendilerine yurt edinerek hem vatan telakki etmişler, hem de Balkan milletlerinin teşekküllerinde ve kültürel gelişimlerinde önemli roller oynamışlardır.
Balkanlar’daki Türk varlığı Anadolu Selçuklu Devleti ile Osmanlı Devleti zamanında da devam etmiştir. Özellikle de Osmanlı Devleti döneminde en yüksek seviyesine ulaşmıştır.
3.2. ORTA ÇAĞ’DAKİ BAŞLICA DEVLETLERİN YÖNETİM VE ORDU YAPILARI
ORTA ÇAĞ’DAKİ BAŞLICA DEVLETLER
Çin İmparatorluğu (MÖ 221-MS 1912)
Sâsânî İmparatorluğu (226-651)
Doğu Roma İmparatorluğu (330-1453)
I. Göktürk Devleti (552-630)
Hz. Muhammed Dönemi İslam Devleti (622-632)
Dört Halife Dönemi İslam Devleti (632-661)
Emevi Devleti (661-750)
II. Göktürk Devleti (682-745)
Uygur Devleti (744-840)
Abbasi Devleti (750-1258)
AVRUPA
Kavimler Göçü sonucunda Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da tarih sahnesinden çekilmesiyle Avrupa, zayıf siyasi sistemlere dönüşmüştür. Bölgede feodalite ön plana çıkmıştır.
ASYA
Balkanlar, Anadolu, Mezopotamya, Kuzey Afrika ve İran’da Doğu Roma ile Sasani imparatorlukları iki büyük monarşi olarak varlığını devam ettiriyordu. İki devlet Anadolu toprakları için sürekli mücadele hâlindeydi. Doğu Roma İmparatorluğu’nun dini Hristiyanlık iken Sâsânîler Zerdüştilik’e inanıyordu.
Sasaniler
Sâsânî İmparatorluğu 226 yılında İran’da Part egemenliğine son veren ve şahanşah ünvanını alan Erdeşir tarafından kurulmuştur.
I. Hüsrev (531-579) Sâsânîlerin en güçlü hükümdarı olarak bilinir. Bu dönemde ülke hem askerî, siyasi ve ekonomik açıdan hem de kültür ve medeniyet açısından büyük bir ilerleme kaydetmiştir.
Sâsânîler; Orta Çağ’da sınır komşuları olan Ak Hun Devleti, Doğu Roma İmparatorluğu ve İslam Devleti’yle mücadele etmiştir. İipek transit ticaretini elinde tutan Ak Hun Devleti’ne karşı Göktürk yabgusu İstemi, Sâsânîlerle anlaşarak ittifak kurmuştur. Bu ittifak sonucunda Ak Hun Devleti yıkılmış (557) ve toprakları iki devlet arasında paylaşılmıştır.
Sâsânîler, halefleri olarak gördükleri Pers İmparatorluğu’nun sınırlarına ulaşmak istemiştir. Bu idealin gerçekleşebilmesi için Doğu Roma İmparatorluğu’nun hükmettiği Anadolu topraklarına sahip olması gerekmektedir. Dolayısıyla iki devlet arasında kaçınılmaz olan savaşlar yaklaşık 400 yıl sürmüştür.
Sâsânî hükümdarlarına şahların şahı anlamında “şahanşah” adı verilmekteydi. Hükümdarın başında bulunduğu ve son sözü söylediği fakat kararların karşılıklı görüşülerek alındığı bir danışma kurulu bulunmaktaydı. Hükümdarın yetkilerini sınırlayan ve düzenleyen yazılı kanunların yanında, hükümdarın yetkileri dini, ahlaki, örfi gelenekler ile de sınırlandırılmıştır.
Sâsânîlerde devlet yönetimi oldukça güçlendirilmiş yüksek kapasitede merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Sâsânî devlet işleri divan adı verilen kurullarda icra edilmekteydi. Bu divanlarda alınan kararlar hükümdarın onayına gider ve hükümdar tarafından onaylanırdı. İdari teşkilatın başında bulunan vezire baş vezir denirdi.
Ülke dört ana eyaletten oluşuyordu ve bu eyaletlere satrap adı verilmekteydi. Eyaletler valiler tarafından idare ediliyordu. Bu eyaletleri yöneten valiler merkez teşkilatında görev yapan vezirlerle aynı makama sahiplerdi.
Sâsâni ordusu temel olarak iki sınıfa ayrılmıştı; süvari ve piyadeler. Süvariler kesinlikle piyadeden üstün ve saygın kabul ediliyorlar ve piyadelerden daha fazla maaş alıyorlardı.
Sâsâni süvarisi temel olarak iki sınıfa ayrılmıştır: hafif, okçu süvari ile ağır, zırhlı, mızraklı süvari. Sâsâniler zaman içerisinde okçu süvarileri geri plana çekip ağır zırhlı, mızraklı süvari birliklerine dayalı bir ordu sistemi kurmuşlardır. Zırh teknolojisinde İranlılar genel olarak Romalılardan iyi durumdaydılar. Buna karşın İranlılar diğer hususlarda olduğu gibi zırh teknolojisinde de Orta Asya geleneklerini takip etmekteydiler. Ordu birlikleri tıpkı Orta Asya toplumlarında olduğu gibi onluk sisteme göre düzenlenmişti. Sâsânilerin farklı etnik gruplara dayalı ordu siteminin ileriki asırlarda Müslümanlar tarafından da benimsendiği görülmektedir.
Askerlerin en azından bir kısmı maaş almaktaydı. Buna karşın Taberi’den öğrendiğimiz bilgilere göre Sâsâni şahları bazı arazileri ikta olarak da bağışlayabilmekteydiler Sâsânî ordusunun en etkin sınıfları içerisinde yer alan savaş filleri, birçok kaynakta zaferlerin temel nedenlerinden biri olarak gösterilmiştir.
Sasaniler, Hz. Ömer Dönemi’nde yapılan Nihavend Savaşı’nda yenilmiş ve 651 yılında yıkılmıştır.
Doğu Roma İmparatorluğu
Roma İmparatorluğu’nun devamı olan ancak zamanla kendine özgü bir sistem oluşturan Doğu Roma, 330 yılında I. Konstantin tarafından İstanbul’da kuruldu. Bu devlet için Bizans tabiri daha sonra kullanılmaya başlandı.
İmparatorluğun bin yılı aşan tarihinde pek çok komşusu oldu. Doğu Roma İmparatorluğu, bunlar arasında Orta Çağ boyunca varlığını koruyabilen tek devlet olarak öne çıktı.
Doğu Roma İmparatorluğu V. yüzyılda batı komşusu Avrupa Hun Devleti ile mücadele etti. Attila tahta çıktıktan sonra Doğu Roma İmparatorluğu ile Margus Antlaşması’nı imzaladı.
Antlaşmaya göre Bizanslılar bundan böyle Hun kaçaklarını kabul etmeyecek ve o güne kadar sığınanları da geri vereceklerdi. Bundan başka Bizanslılar, Hunların harp halinde bulundukları hiçbir kavimle ittifak kuramayacaklardı. Yine bu antlaşma, Hunlara imparatorluk şehirlerinde ticaret hakkı tanıyordu. Doğu Roma, Hunlara ödenen verginin iki misline çıkarılmasına razı olmak zorunda kaldı. Attila, Bizans’a karşı 441 ve 447 yıllarında gerçekleştirdiği iki Balkan Seferi sonucunda, Tuna boyundaki Doğu Roma savunmasını çökertti. Artık, Hunlara mani olacak hiçbir engel kalmadı. Böylece ağır bir vergiye bağlanan Doğu Roma İmparatorluğu, Attila’nın batıya yönelmesi sayesinde varlığını sürdürdü.
Doğu Roma İmparatorluğu altın çağını I. Justinianus (Justinyanus) (527-565) iktidarında yaşadı. İmparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı. Ülkedeki hukuku yeniden düzenleyen I. Justinianus, kendi adıyla anılan kanunlar hazırlattı. Nika İsyanı (532) sırasında yanmış olan Ayasofya’nın muhteşem bir şekilde yeniden inşası ettirdi.
İmparator Herakleios (Herakles) (610-641) Dönemi’nde doğuda uzun süren savaşlar sonucunda Sâsânîler Anadolu’dan çıkarıldı. Suriye, Filistin ve Mısır geri alındı fakat Arap Yarımadası’ndan yeni bir güç olarak yükselen Müslümanlar kısa sürede Doğu Roma İmparatorluğu’nu tehdit etmeye başladı. Emeviler ve Abbasiler, İstanbul’u kuşatsa da Doğu Roma İmparatorluğu donanma gücü sayesinde ayakta kalmayı başardı. Bizans İmparatorluğu 1453’te İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesiyle tarih sahnesinden çekildi.
Bizans İmparatoru baş kanun koyucu, en yüksek yargıç, idarî, malî ve askerî otoritedir. Bu otokratik yönetim eski şarkın bir devamıdır Bizans’ta senato, yüksek memurların, toprak asillerinin ve paralı kimselerin girdiği törensel bir kuruldu. Bizans, Roma hukuk sistemini geliştirip çağdaş dünyaya hediye eden bir imparatorluk olarak tanınır. Eyaletlerin başında bir sivil vali ve bir kumandan bulunuyordu. Zamanla savaşlar ve anî savunma ihtiyacından dolayı sivil ve askeri yetkiler tek bir kişide birleştirilecektir
Bizans ordusunun asıl gücünü, eyalet birlikleri oluşturmuştur. XI. yüzyılın ikinci yarısında ise ücretli askerler ordunun aslî unsuru hâline gelmiştir. Bizans ordusunda; İngiliz, Frank, Norman, Bulgar, Gürcü, Peçenek, Kıpçak, Uz gibi ücretli askerler görev almıştır.
Thema terimi, idarî ve askerî gücü bir arada tutan ve imparator tarafından atanan komutanın yönetiminde VII. yüzyıldan XI. yüzyıl ortalarına kadar Bizans İmparatorluğu’nun idarî, askerî ve sosyo-ekonomik yönetim birimini karşılamaktadır.
TÜRKİSTAN
VI. yüzyılın ortalarında “Türk” adı Türkistan bozkırlarında yaygın bir şekilde kullanılır hâle gelmiştir. Önce Göktürkler ardından Uygurlar geniş sahalara hükmetmiştir. Göktürkler Gök Tanrı dinine inanırken Uygurlar Maniheizm dinini kabul etmiştir.
Göktürkler
Türk milletine adını veren Göktürkler, Bumin Kağan önderliğinde 552 yılında Ötüken merkezli kuruldu. Büyük Okyanus’tan Akdeniz’e kadar Göktürklerin komşularının kaynaklarında Orta Asya için Türkiye ya da Türkistan kavramı öne çıktı.
Mukan Kağan (553-573) I. Göktürk Devleti’ne çok parlak bir dönem yaşattı. Doğuda Kore’den, batıda Karadeniz’e kadar uzanan sahada yaşayan Türk boylarını ve yabancı kavimleri Göktürklere bağladı.
Ülkenin batısını idare eden İstemi Yabgu da kumandasındaki ordularla fetihler gerçekleştirerek devletin sınırlarını genişletti. İstemi Yabgu, dönemin iki büyük gücü olan Sâsânî ve Bizans imparatorlukları ile ittifaklar kurdu.
İpek transit ticaretini elinde tutan Ak Hun-Eftalit’lere karşı Sâsânî İmparatorluğu’nu tabiî müttefik olarak gören İstemi, şehinşah Anûşîrvân Âdil ile antlaşma yaptı. Müttefikler tarafından sıkıştırılan Ak Hun-Eftalit devleti yıkıldı ve toprakları, Ceyhun sınır olmak üzere iki müttefik arasında paylaşıldı (557). Bu suretle İç Asya kervan yolu üçüncü kere Türklerin eline geçmiş oluyordu. Ancak Anûşîrvân kervan yolunun Mâveraünnehir güzergâhını da ele geçirmek istiyordu. Bu maksatla, kendi ülkesinden Akdeniz limanlarına ve Bizans’a yapılmakta olan ipek nakliyatını durdurdu. İstemi’nin gönderdiği elçileri hile ile öldürttü. İran ile uzlaşma ümidini kesen İstemi, Bizans’a döndü ve İstanbul’a bir heyet gönderdi (567). Tarihte bu, Orta Asya’dan Doğu Roma’ya giden ilk resmî heyet idi. İpek meselesi Gök-Türkler kadar, Bizans’ı da ilgilendirdiği için İmparator II. Justinos, Türk elçilerini ilgi ile karşılamış, İstemi’nin gönderdiği mektubu İskitçe (Türkçe) okutmuştu. Bir ittifak antlaşması yapmak üzere, umumi vali Zemarkhos başkanlığında bir heyeti yola çıkardı (569).
Taht kavgaları ve Çin’in entrikaları nedeniyle 582 yılında Göktürkler doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı. 630 yılında Doğu Göktürklere son veren Çin İmparatorluğu, Batı Göktürkleri de kendisine bağlı birçok beyliğe ayırdı.
Yaklaşık 50 yıl Çin esaretinde yaşayan Türkler, Kutluk Kağan önderliğinde 682 yılında bağımsızlığını kazanarak II. Göktürk Devleti’ni kurdu. Türk tarihinin büyük fatihlerinden olan Kapgan Kağan (692-716), Türkistan’daki tüm Türk boylarını bir bayrak altında topladı ve Çin İmparatorluğu’nu yeniden baskı altına aldı. Bilge Kağan’dan sonra zayıflayan II. Göktürk Devleti’ne 745 yılında Karluk, Basmil ve Uygurlar son verdi.
Gök Türkler Dönemi Yönetim ve Ordu
Gök Türklerde hükümdar kağan unvanını taşıyordu. Kaynaklardan anlaşıldığına göre otağ, taht, tuğ, davul ve yay hükümdarlık sembolleri idi.
Gök Türklerde siyasi iktidar “kut” tabiri ile ifade olunuyordu. Kağanlık kişiye Tanrı tarafından verilirdi. Milleti için gece gündüz çalışmayan kağan, milletine karşı vazifelerini yerine getirmediği için kut’unun Tanrı tarafından geri alındığı gerekçesiyle iktidardan düşürülürdü. 716 yılında İnel’in tahttan indirilmesi bu sebeple olmuştu.
Türk hükümdarı kanunları (töre: sözlü hukuk kuralları) uygular, kendisi de uyar fakat kanun yapamazdı.
Töre hükümleri değişik şartlar altında etkinliğini sürdürebilmek için değişebilirdi. Ancak törenin bazı hükümleri kesinlikle değişmezdi: Bunlar könilik (adalet), uzluk (iyilik, faydalılık), kişilik (insanlık) idi.
Kağanın icraatı millet tarafından meclis vasıtasıyla kontrol ediliyordu. Bilge Kağan’ın, Göktürk şehirlerinin etrafının surla çevrilmesi ve Budizmin ülkede propaganda edilmesi teklifleri meclis tarafından kabul edilmemişti. Gök Türklerde meclis kelimesinin karşılığı “toy” idi. Gök Türk kağanları meclisin tabii başkanı oluyorlardı.
Gök Türklerde hükûmetin karşılığı “ayuk” tabiri idi. Coğrafi şartlar ve ülkenin içinde bulunduğu durum sebebiyle toyun her zaman toplanması mümkün olamıyordu. Memleket işlerinin asıl görüşülmesi gerektiği anlarda ayuk devreye giriyor, bütün asıl meseleler o an için ayukta konuşuluyordu.
Gök Türk Devleti’nde kulluk ve kölelik yoktu. Yani insanların hepsi hürdü. Kadınların da toplumda önemli yerleri vardı. Gök Türk Devleti’nde bir adliye müessesesi vardı. Yarguların vazifeleri töreyi ve örfi hukuku uygulamaktı. Hükümdarlar da mahkeme başkanlığı yani yarganlık yaparlardı Uygurlarda da göreceğimiz gibi, Göktürkler’de Kağan’ın karısı hatun devlet işlerinde kocasıyla birlikte söz sahibidir.
Göktürklerde ve Uygurlarda askerler hafif zırh kullanmışlardır. Çince kaynaklarda Börüler diye adlandırılan vurucu güce sahip zırhlı süvarilerin bulunması ayrı bir üstünlüktü. Kaynaklarda geçen savaş araç ve gereçlerinden bazıları şunlardır: At, ok, yay, kılıç, hançer, keş, sadak, kın, kalkan, süngü, topuz, kement, ateş kulesi, miğfer.
Ordu-millet olan Türklerin en büyük hususiyetlerinden birisi de savaşçılıklarıdır. Barış zamanında günlük işleriyle meşgul olan bu halk, savaş döneminde top-yekûn seferberlik halinde bulunuyordu. Savaş ve ordu komutanlığı sadece erkeklerin işi değildi. Kadınlar da birliklere veyahut ordulara kumanda edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçları olduğu halde harplere katılıyordu. Türk ordusu ücretli değildir. Türk ordusu daîmidir. Türk ordusu temelde atlı birliklerden oluşur.
Uygurlar
Göktürk Devleti ortadan kalkınca Basmıllar’ın idaresinde yeni bir kağanlık kuruldu. Uygurlar sol (doğu), Karluklar sağ (batı) yabguluğu teşkil ettiler. 745 yılında Uygur yabgusu Basmıl kağanını yenilgiye uğratıp kendini kağan ilân etti ve Kutluğ Bilge Köl unvanını aldı; böylece Büyük Uygur Kağanlığı kurulmuş oldu. Bu devirde Uygurlar, Çin’de rahat otorite kurabilmek için bu ülkeye yardım ettiler ve yıllık vergi aldılar. Moyen-Çor (Bayan-Çor) Kağan’la kuvvetlenen, Maniheizm’i resmen kabul eden Bögü Kağan ile parlayan, Kutluğ Bilge Kağan ile zirveye ulaşan Uygurlar 821’den sonra gerilemeye başladılar. Kuzeyde Kırgızlar’la tekrar savaş çıktı. Ülkede Çin sarayının entrikaları kağanlık ailesinin gücünü zayıflattı. 840 yılındaki Kırgız saldırısı kağanlığın sonunu getirdi. Bunda savaşçı ruhunu gevşeten Maniheizm’in rolü büyüktür.
1955’te Uygur Özerk Bölgesi kuruldu. Bugün Uygurlar’ın çoğunluğu bu bölgede yaşamaktadır. Bir kısım Uygurlar ise buraya komşu olan Kırgızistan’da kaldılar. Uygur Kağanlığı, Gök Türk Devleti’nin sahip olduğu mirasın üzerine kurulduğu için bu devletin yani bozkır kültürünün geleneğini sürdürüyordu. Ancak, zamanla Çinlilerle fazla yakınlaşma, Maniheizm’in ülkede kabul görmesi hayat tarzını eskisine göre değiştirmelerine sebep oldu. İkinci hanedandan itibaren unvanların değişmesi “ay” ve “kün” gibi Maniheizm’in artan etkisini açıkça gösteriyordu. Karabalasagun, devletin merkeziydi ve devlet meclisi burada toplanırdı. Gök Türklerin kullandığı bütün unvanların daha sonra Uygurlar tarafından da devlet sistemi içinde aynen kullanıldığını görüyoruz.
Not: Bögü Kağan, Uygurların yerleşik hayata geçmesini amaçlamıştır
Katun
Türk devletinde kağandan sonra ikinci sırayı katun almaktadır. Günümüz Türkçesinde ise bu adı kadın şeklinde görmekteyiz. Katunlar, kağanlar gibi töre ile katunluk makamına oturuyorlardı. Savaşlarda da katunların, kağanların yanında yer aldıkları bilinen bir gerçektir.
Kadınlar zaman zaman ordulara bile komuta ediyorlardı. Yine Uygur birliğinin temellerini atan İl-teber Pusat’ın annesi son derece otoriter ve törelere sadık bir kadındı.
Kadınların devlet meclislerine katıldıklarını ve oy sahibi olduklarını da görüyoruz. 725’te Çin’den gelen elçiyi karşılayan heyet arasında Bilge Kağan’ın karısı Po-fu (Bodhug) Katun da yer aldığı gibi, 730,731’lerde Hazar beyi öldüğünde, ülkenin yönetimini anası Bars Bike üstlenmişti. Fermanların muhakkak surette “hakan ile hatun buyurur ki…” diye başlaması lazımdı.
ÇİN
Çin’de farklı hanedanlıklar hüküm sürüyordu. Çin İmparatorluğu İpek yolu ticareti için Göktürkler ve Uygurlarla mücadele etmiştir. Çin’de bir ahlak sistemi olan Konfüçyüsçülük etkili olmuştur.
Çin’de hükümdar Gök dinine göre, göğün yeryüzünde temsilcisi idi. Hükümdarlık babadan oğula geçmekte, baş kadının büyük oğlu veliaht sayılmakta idi.
Çin’de sosyal durumlarına göre, halk biri Şe’ler (asiller), diğeri Nong’lar (köylüler) olmak üzere iki zümreye ayrılmış ve bu sınıfların dışında ayrıca kölelik müessesesine de yer verilmiştir.
Eski Çağ’dan itibaren Çin İmparatorluğu, Türkistan bölgesini kontrol altına almak istemiştir. Tang Hanedanlığı’na altın çağını yaşatan İmparator Xuanzong (Çunzong) da Türkler ve Müslüman Araplarla Türkistan hâkimiyeti mücadelesine girişmiştir. Bu mücadeleyi Abbasilere karşı Talas Savaşı (751) ile kaybeden Çin İmparatorluğu’nun Türkistan’daki nüfuzu sona ermiştir.
HİNDİSTAN
Siyasi birliğin olmadığı Hindistan’da halk, kast sistemi yüzünden kesin çizgilerle birbirinden ayrılmıştı. Hindistan’da ortaya çıkan Kast sistemi, bir kişinin toplumsal konumunun yaşamı boyunca belirlendiği toplumsal bir düzendir.
Kast sistemi; brahmanlar (din adamları), kşatriyalar (askerler), vaisyalar (çalışanlar) ve sudralar (işçiler ve köleler) sınıflarından oluşmuştur.
Kast grubunun üyesi; brahmanlara saygılı olup kendi kastının görevlerini yerine getirirse diğer hayatında daha üst bir kastta doğacak eğer bunları yerine getirmezse daha alt bir kastın üyesi olarak yeniden dünyaya gelecektir.
Kast toplumlarında farklı toplumsal gruplar birbirlerine kapalıdır.
Bu sistemde herkes, bir daha terk edemeyeceği bir kast içinde doğar, bu kasttan eş seçer ve bu kast içinde ölür.
Her kast bireyinin alabileceği eğitim ve yapabileceği meslek türleri bellidir.
Bu düzende insanların diğer kastların üyeleriyle bağlantı kurmaları engellenmiştir.
Hindistan’da din olarak Brahmanizm ve Budizm etkiliydi.
ARAP YARIMADASI
Genel Durum
Hz. Muhammed’in doğduğu sıralarda siyasi birlikten yoksun olan Arabistan’da koyu bir kabilecilik anlayışı vardı. Kabileler arasında soy üstünlüğü ve kan davasından kaynaklı savaşlar yaşanırdı. Kabilede kadın ancak çocuğu olduktan sonra aileye kabul edilirdi. Toplum; hürler, köleler ve mevaliler olmak üzere üç sosyal sınıfa ayrılmıştı.
Arap Yarımadası’nın en önemli bölgesi olan Hicaz’da Mekke, Medine ve Taif şehirleri bulunuyordu. Yarımada genelinde putperestlik hâkimdi. Arabistan’ın kültür hayatında şiir ve şairler önemli bir yere sahipti. Habeşistan Krallığı, Hristiyanlığı resmî din olarak kabul etmişti. Yerli halkın büyük bir kısmı eskiden olduğu gibi putperestliğe inanıyordu.
Hz. Muhammed Dönemi
Hz. Muhammed, 571 yılında Arap Yarımadası’nın önemli şehirlerinden olan Mekke’de dünyaya gelmiştir. Hz. Muhammed’e ilk vahiy Cebrail aracılığı ile 610 yılında Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda iletilmiştir. Böylece Hz. Muhammed’in peygamberlik görevi başlamıştır.
İslamiyet’in Mekke’de yayılmasıyla birlikte müşrikler, Müslümanlara karşı şiddet ve işkence uygulamıştır. Bunun üzerine Müslümanlar, Hz. Muhammed’in izniyle güvenli gördükleri yerlere hicret etmiştir. Hz. Peygamber Mekke’de kalarak İslamiyet’i yaymayı sürdürmüştür. Bu durumdan rahatsız olan müşrikler, Hz. Peygamber’i öldürmeye karar vermiştir. Tehlikenin farkında olan Hz. Muhammed, yanına Hz. Ebu Bekir’i de alarak 622 yılında Medine’ye hicret etmiştir.
Hicretten sonra Hz. Peygamber İslâm devletinin kuruluşunu ilân etmiş ve diplomatik temaslarına hemen başlamıştır. İslâm tarihinde devletin kuruluş esaslarını, organlarını ve temel prensiplerini ortaya koyan yazılı bir anayasanın ilk örneğine Hz. Peygamber döneminde rastlanmaktadır. Hicretten sonra Müslümanların yanı sıra Medine toplumunu oluşturan Yahudileri ve diğer grupları bir şehir devleti halinde teşkilâtlanmaya ikna eden Hz. Peygamber bu teşkilâtın esaslarını yazılı bir metin (sahîfe) halinde ortaya koymuştur.
Hz. Peygamber’in sağlığında özel olarak, devamlı ve muvazzaf bir ordu mevcut değildi. Eli silah tutan her Müslüman, dinin hizmetinde, askerlik görevi ile mükellefti.
624 Bedir Savaşı
Hz. Muhammed’in Medine’de bulunduğu dönemde müşriklerle mücadele edilmiştir. Müslümanlara ekonomik ambargo uygulayan Mekkeli müşrikler, hicret eden Müslümanların Mekke’de kalan mallarına da el koymuştur. Müslümanların Şam’dan Mekke’ye dönen büyük bir kervanı ele geçirmek istemesi üzerine Mekkeli müşrikler harekete geçmiştir. 624 yılında Bedir kuyuları önünde yapılan savaşta Müslümanlar üstün gelmiştir. Böylece Müslümanlar, müşriklere karşı ilk askerî başarısını kazanmıştır. Bu zafer, Müslümanların başta Medine olmak üzere bütün Arap Yarımadası’nda büyük bir itibar kazanmasını sağlamıştır.
625 Uhud Savaşı
Bedir Savaşı’nın intikamını almak isteyen Mekkeli müşrikler 625 yılında Müslümanlar üzerine yürümüştür. Taraflar arasında gerçekleşen Uhud Savaşı’nda Hz. Muhammed’in Ayneyn Geçidi’ne yerleştirdiği okçuların yerlerini terk etmesi nedeniyle Müslümanlar bozguna uğramıştır. Bu savaşta tam bir üstünlük sağlayamayan müşrikler Mekke’ye geri dönmüştür.
627 Hendek Savaşı
Mekkeli müşrikler, Müslümanları yok etmek için 627 yılında bir kez daha harekete geçmiştir. Hz. Peygamber istişare yaptıktan sonra şehrin etrafına derin hendekler kazılmasına karar vermiştir. Şehri kuşatan müşrikler, amaçlarına ulaşamadan Mekke’ye geri dönmüştür. Bu savaşla Mekkeli müşriklerin Medine’ye karşı saldırıları son bulmuştur.
628 Hudeybiye Antlaşması
Hz. Muhammed ve beraberindeki Müslümanlar 628 yılında Kâbe’yi ziyaret etmek istemiştir. Müslümanlar, Mekke yakınlarındaki Hudeybiye’de konaklamıştır. Müslümanları Mekke’ye almak istemeyen müşrikler anlaşma yoluna gitmişlerdir. Hudeybiye Antlaşması’na göre Müslümanlar, o yıl Mekke’ye giremeyecektir. Bu antlaşma ile Mekkeli müşrikler, İslam Devleti’ni resmen tanımıştır.
629 Hayber’in Fethi
Hz. Muhammed’in Medine’de bulunduğu dönemde Yahudiler ve Doğu Roma İmparatorluğu’yla da mücadele edilmiştir. 629 yılında Mekkeli müşriklerle iş birliği yapan Yahudilerin bulunduğu Hayber fethedilmiş ve böylece Şam ticaret yolunun güvenliği sağlanmıştır.
629 Mute Savaşı
Hz. Muhammed, İslamiyet’e davet için Hristiyan Gassanilere elçi göndermiştir. Elçinin öldürülmesi üzerine İslam ordusu Gassaniler üzerine yürümüştür. Bu nedenle Gassani hükümdarı, Doğu Roma İmparatorluğu’ndan yardım istemiştir. 629 yılında meydana gelen Mute Savaşı’nda İslam ordusu sayıca kendisinden üstün olan Doğu Roma ordusuyla mücadele edebilmiştir. Mute Savaşı, Müslümanlarla Doğu Roma arasında yapılan ilk savaştır.
630 Mekke’nin Fethi
Mekkeli müşriklerin Hudeybiye Antlaşması’na sadık kalmaması üzerine Hz. Peygamber 630 yılında Mekke üzerine yürümüştür. Müslümanlar şehirde ciddi bir direniş ile karşılaşmamış ve kısa sürede kan akıtılmadan fetih tamamlanmıştır. Böylece hicretten sonra Mekke ile Medine arasında başlayan düşmanlık sona ermiş ve Hicaz Bölgesi’nde İslam’ın üstünlüğü tesis edilmiştir.
630 Huneyn Seferi
Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethi üzerine Taif çevresinde bulunan putperest kabileler birleşerek İslam ordusuna karşı savaşa hazırlanmıştır. Hz. Peygamber, 630 yılında Huneyn’de toplanan bu ordu üzerine sefere çıkmıştır. Bozguna uğrayan müşriklerin bir kısmı Taif şehrine sığınmıştır. Bu nedenle Taif üzerine yürüyen Hz. Muhammed, şehri kuşatmıştır. Surlarla çevrili şehrin kısa sürede fethedilemeyeceği anlaşılınca kuşatma kaldırmıştır. Taifliler bir yıl sonra kendiliğinden Müslüman olmuşlardır.
631 Tebük Seferi
631 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’nun İslam Devleti’ne karşı sefer düzenleyeceği haberi üzerin Hz. Muhammed sefere çıkmıştır. Tebük’e gelindiğinde haberin asılsız olduğu anlaşılmış ve İslam ordusu geri dönmüştür.
632 Hz. Muhammed’in Vefatı
Hz. Peygamber son hac ibadeti sırasında tüm insanlığa seslenerek Veda Hutbesi’ni okumuş ve 632 yılında Medine’de vefat etmişti.
Dört Halife Dönemi
Dört Halife Dönemi; Hz. Muhammed’in 632 yılında vefatından sonra Hz. Ebubekir’e biat edilmesiyle başlamış, daha sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilafetleriyle sürüp Hz. Ali ile sona ermiştir.
Bu dönemde fethedilen yerlerdeki insanlara inanç ve ibadet hürriyeti tanınmış, zorla İslamlaştırma politikası takip edilmemiştir.
Hz. Ebu Bekir’in halifeliğinin ilk yıllarında İslamiyet’ten dönerek devlete isyan eden kabilelerle Ridde Savaşları (632-633) yapılmıştır. Hz. Ebubekir bu kabilelere üstünlük kurarak karışıklıklara son vermiş ve ülkede düzeni sağlamıştır. Bizans’la 634 yılında yapılan Ecnâdeyn Savaşı ile Filistin Suriye kapıları Müslümanlara açılmıştır. Hz. Ebu Bekir Dönemi’nde birçok hafız şehit olunca unutulmasını engellemek için Hz. Ebu Bekir ayetleri bir araya toplatmış ve Kur’an-ı Kerim kitap hâline getirilmiştir. Böylelikle Kur’an-ı Kerim’in günümüze kadar eksiksiz ve bozulmadan gelmesi sağlanmıştır.
Hz. Ömer zamanında Bizans ile yapılan 636 Yermük savaşı ile Suriye’nin fethi tamamlandı. Yermük Savaşı’nın arkasından Filistin’in fethine devam edildi. Hıristiyanların kutsal merkezi Kudüs kuşatılınca halk aman diledi ve Halife Ömer (638) yılında bizzat gelerek şehri Patrik Sophronios’tan teslim aldı. Bizans için çok önemli bir ticarî liman şehri olan İskenderiye’yi fethetti (642). Kuzey Afrika fetihlerine Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde de devam edildi. Bu dönemde Sâsânî ordusuyla yapılan Kadisiye Savaşı (636), Celula Savaşı (637) ve Nihavend Savaşı (642) sonucunda Irak’ın fethi tamamlanmış ve İran’ın kapıları Müslümanlara açılmıştır. Aynı zamanda bu zaferler Sâsânî İmparatorluğu’nun yıkılmasını da sağlamıştır. Nitekim Müslüman orduları İran içlerine ilerlemiş ve 651 yılında bütün İran, İslam hâkimiyetine girmiştir. Horasan’a kadar olan bölgeler fethedilmiş ve Türklerle komşu olunmuştur
Hz. Ömer’in fetihlere hız vermesi sonucunda İslam Devleti’nin sınırları genişlemiş ve askerî amaçlı ordugâh şehirler kurulmuştur. Bu dönemde hicret başlangıç kabul edilerek hicrî takvim düzenlenmiştir. Hz. Osman Dönemi’nde devam eden fetihler sonucunda İslam Devleti en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Hz. Osman döneminde Horasan ve Azerbaycan ele geçirildi. Suriye Valisi Muaviye, Anadolu’da Kayseri’ye kadar sefer düzenlemiş ve kurulan donanma ile 649’da Kıbrıs’ı fethetmiştir. Bu donanma Doğu Roma ile savaşarak Zâtü’s-savârî denilen ilk deniz zaferini kazanmıştır. Hz. Osman Devri’nde Kur’an nüshası çoğaltılmıştır.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra ortaya çıkan olaylar nedeniyle Hz. Ali Dönemi’nde fetih hareketleri durmuş ve İslam dünyasında karışıklıklar yaşanmıştır. Hz. Ali halife seçildiğinde farklı eğilim ve tutumlar nedeniyle Müslümanlar gruplara ayrılmıştır
Hz. Âişe, Hz. Osman’ın kuşatma altında bulunduğu sırada hacca gitti. Medine’ye dönerken yolda Hz. Osman’ın öldürüldüğünü öğrendi. Bunun üzerine Medine’ye gitmekten vaz geçip Mekke’ye döndü. Talha ve Zübeyir, katillerin cezalandırılması amacıyla girişimlerde bulunması için Hz. Ali’yi uyardılar; fakat o, duruma hâkim olmadığını söyledi. Bir süre sonra umre yapmak amacıyla Mekke’ye gitmek için Hz. Ali’den izin istediler. Mekke’de toplanan muhalifler Basra’ya gitmek için yola çıktılar. Hz. Ali onların arkasından Basra’ya giderken Kûfelilere haber göndererek onlardan yardım istedi. İki ordu el-Hureybe denilen yerde karşılaştılar. Savaş, Zübeyir ve Talha’nın hayatlarını kaybetmeleri ve Hz. Âişe taraftarlarının yenilgisiyle sonuçlandı (656). Tarihte bu olaya Cemel Vak‘ası denmiştir.
Görevden alınmayı kabullenemeyen ve yeni valiyi şehre sokmayan Emevîler’in lideri durumundaki Muâviye, Hz. Ali’ye biat etmediği gibi onu halifenin öldürülmesine ilgisiz kalmakla ve âsileri ordusunda barındırmakla suçladı. Hz. Ali Cemel Vak‘ası’ndan sonra onu yeniden biata davet etti. Muâviye ise Hz. Osman’ın katillerinin kendisine verilmesini, Hz. Ali’nin halifeliği bırakmasını ve şûra usulüyle yeni bir halife seçilmesini teklif etti. Onun bu tavrı iki tarafı Sıffîn’de karşı karşıya getirdi (657). Savaşın Hz. Ali’nin lehine sona ermekte iken durdurulması ve işin hakemlere havale edilmesi üzerine yeni bir karışıklık ortaya çıktı. Hz. Ali’nin ordusundan ayrılanlar bu defa onunla Nehrevan’da savaştı; kesin yenilgiye uğrayan bu zümre daima isyan halinde kaldı (Hâricîler) ve Hz. Ali İbn Mülcem adlı bir Hâricî tarafından şehid edildi (40/661).
4 Halife Dönemi Yönetim ve Ordu
Hz. Peygamber’den sonra İslâm devletinin merkezde halife, vilâyetlerde valilerle yönetilen bir siyasi ve idarî yapıya sahip olduğu bilinmektedir. Halife devletin başıdır ve Medine’de bulunan Müslümanlar tarafından tesbit ve tayin edilmiş, daha sonra da diğer vilâyetlerde bulunan Müslümanların biati alınmıştır.
İlk dört halifeden Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali Medine halkının seçimiyle, Hz. Ömer bırakma suretiyle, Hz. Osman’da şûra yoluyla hilâfete gelmiştir. Hiçbir halife, ölümünden sonra yerine geçecek halifeyi belirlerken kendi ailesinden birini düşünmemiştir.
İktidarını doğrudan Allah’tan aldığını, böylece yeryüzünde Allah’ın temsilcisi durumunda bulunduğunu iddia eden bir hükümdar veya din adamı anlayışı Hulefâ-yı Râşidîn döneminde hiçbir zaman görülmemiştir. Bu dönemde halifeler iktidarın kaynağının Müslümanlar yani ümmet olduğunu kabul etmişlerdir.
İlk halifeler yürütme, yargı ve belirli ölçüde yasama yetkisini ellerinde tutmalarına rağmen Kur’ân ve Sünnet’in ölçülerine bağlı bir iktidara sahip bulunduklarının farkında idiler.
Hz. Ömer, birçok vilâyette adlî ve malî işleri genel idareden ayırıp buralara doğrudan kendisine bağlı kadılar ve vergilerin toplanması için âmiller göndermeye başladı.
Fetihler sonucunda İslâm ülkelerinin genişlemesi üzerine fey gelirlerinin artması Hz. Ömer’i yeni bir düzenlemeye gitmek mecburiyetinde bırakmış ve divan teşkilâtı böylece kurulmuştur. Ordu idaresi için, Ömer cünd adı verilen birçok askeri merkez kurdu. Silah altına alma faaliyeti, aşamalı olarak bütün Arabistan’ı kapsayacak şekilde genişletildi. Halife ordu kademelerini İranlılara da açtı. İslam ordusunda Romalı ve Yunanlı askerler de vardı. Halife, orduyu ticaret, tarım ve diğer uğraşlardan uzak tutmak amacındaydı. Bu amaçla maaşlarına gerekli zamlar yapıldı. Kuşatma harekâtında mancınık kullanılmaya, daha Peygamber hayatında başlanmıştı. Halife Ömer zamanında mancınıklar yaygın bir şekilde kullanılmış ve birçok kalenin fethinde bu araçlar kullanılmıştı.
Emeviler Dönemi
Dört Halife Dönemi’nden sonra Muaviye tarafından 661’de Şam’da kurulan Emeviler, ilk İslam hanedanıdır. Muaviye ülkedeki karışıklıklara son verdikten sonra fetih hareketleri yeniden başlamıştır. Müslüman orduları Türkistan, Anadolu ve Kuzey Afrika’da etkili olmuştur.
663’ten itibaren her yıl Anadolu’ya akınlar yapan Emevî orduları 668’de Kadıköy’e kadar ilerlemiş ve ertesi yıl gelen takviye kuvvetleriyle Boğazı geçerek İstanbul’u kuşatmıştır. Yedi yıl süren bu büyük kuşatma Müslüman gemilerinin Grek ateşiyle yakılması ve karadan yapılan hücumun İstanbul surlarını aşamaması yüzünden başarıya ulaşamadı.
Tarık bin Ziyad, 711 yılında Rio Guadalete mevkisinde Gotları mağlup etmiştir. Bu zaferden sonra bölgede önemli bir güç kalmadığı için Müslümanlar bütün İspanya’yı fethetmiştir. Emevilerin Avrupa’daki ilerleyişleri, Franklar tarafından Puvatya Savaşı (732) ile Prene Dağlarında durdurulmuştur.
Kerbela Olayı
Muâviye’nin 680 yılında vefatının ardından başşehir Dımaşk’ta ve diğer merkezlerde Yezîd’e biat edildi. Yezîd’in halifeliğini tanımayan Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr, kendilerinden zorla biat almakla görevlendirilen valinin takibatından kurtularak Mekke’ye gittiler. Onların bu davranışıyla birlikte Muâviye zamanında kontrol altında tutulan muhalefet harekete geçti. Bunlar Mekke’ye sığınan Hz. Hüseyin’e elçi ve mektuplar göndererek kendisini Kûfe’ye davet ettiler. Gelişmelerden haberdar olan Yezîd, Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyâd’ı Kûfe valiliğine getirerek isyanı önlemekle görevlendirdi. Vali Kûfe’deki yeni gelişmelerden habersiz olarak Kûfe’ye gelmekte olan Hz. Hüseyin’in yolunu kestirdi. 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) Cuma günü Kerbelâ’da cereyan eden çarpışmalarda Hz. Hüseyin ve beraberindekilerin tamamına yakını hunharca katledildi. Müslümanların iki zümreye ayrılmasının esasını teşkil eden bu facia yüzünden başlatılan isyanlar Emevîler’in yıkılışının önemli sebeplerinden biri olmuştur.
Mevali
Mevâlî İslâmiyet’i kabul etmekle hukuken Müslüman Araplarla eşit hale geliyordu. Hz. Peygamber, hür Arap Müslümanlarla daha önce köle olan âzatlı Müslümanlar arasında bir ayırım gözetmemiş, bu uygulama Dört Halife döneminde de aynen sürdürülmüştür. Ancak zamanla Araplar kendilerini diğer Müslüman milletlerden üstün görmeye başladılar. İktidarda bulunan Emevî yöneticilerinin çoğunun Müslümanların eşitliği ilkesini bir yana bırakarak mevâlî ile Araplar arasında ayırım yaptığı, mevâlîye Kur’an ve Sünnet’te yeri olmayan bazı vergiler yüklediği ve fetihlere katıldıkları halde bazı bölgelerde onları askerî maaş divanına kaydetmediği bilinmektedir.
Ömer b. Abdülazîz 717-720
Ömer b. Abdülazîz 717-720 saraydaki lüks eşyaları beytülmâle koydurması, köle ve câriyeleri âzat etmesi, halktan biri gibi yaşaması ve hutbelerde sadece halifeler için yapılan duayı halk için okunan umumi duaya çevirmesi gibi uygulamalarıyla Emevîler’in geleneksel saltanat görüntülerine son verdi.
İlk dört halifeyi örnek alan bu davranışları sebebiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi sayıldı.
Ömer b. Abdülazîz, Emevîler’in ilk dönemlerinden itibaren ikinci sınıf müslüman muamelesi gören mevâlîyi [Arap olmayan Müslümanlar] Arap asıllı müslümanlarla eşit kabul etti.
Emevilerin Yıkılışı
Emevilerin son döneminde yaşanan taht mücadeleleri ve halifelerin kötü yönetimi merkezî otoriteyi zayıflatmıştır. Kerbela Olayı ve mevali siyaseti de bu duruma eklenince Emeviler halkın desteğini kaybetmiştir. Emevi yönetiminden rahatsız olan Abbasi ailesi, Horasan’da eşitlik ve adalet düşüncesiyle isyan başlatmıştır. Emevilere karşı cephe alan diğer muhalif grupların da bu isyanda Abbasi ailesi ile birlikte hareket etmiştir. Sonuçta isyanı bastıramayan Emevilere 750 yılında Abbasiler son vermiştir.
Emeviler Dönemi Yönetim ve Ordu
Muâviye’nin hilâfet makamına geçmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Halifeliği, kabile asabiyeti temeline dayanan bir mücadele sonunda ele geçirmiş olan Muâviye’nin en önemli icraatı oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesidir. Artık halife resmî unvanı bakımından olmasa bile fiilen hükümdardı.
Muâviye zamanında hükümdarlık merasim ve protokollerinin ortaya çıkmasıyla birlikte hâciblik görevi ihdas edilmişti. Sarayda önemli bir yeri olan hâcibin vazifesi halifenin güvenliğini sağlamak, halk tarafından meşgul edilmesini önlemek ve yapacağı görüşmeleri düzenlemekti. Emevîler zamanında ülke, devlet merkezi olan Suriye ve civarı dışında, valileri (umumi vali) halife tarafından tayin edilen beş büyük eyalete ayrılıyordu. Eyalet valisi, kendisine bağlı şehirlerin valilerini bizzat tayin hakkına sahip bulunuyordu.
Emevîler zamanında İslâm toplumu müslümanlar, zimmîler ve köleler olmak üzere başlıca üç tabakadan meydana geliyordu. Çoğunluğu teşkil eden müslümanlar da İslâmiyet’in ilk unsuru olan fâtih Araplar’la fetihlerden sonra İslâm’a giren ve “mevâlî” denilen Arap dışı unsurlara ayrılıyordu.
İlk dönemlerde ordunun çoğunluğunu Araplar oluştururken sınırların genişlemesiyle muhtelif milletlerden de insanlar askere alınmaya başlandı. Emevîler artık Türkleri, İslâm ordularında istihdam etmeye başlamışlardı. İslâm ordusu içinde görev yapan mevâlî, maaş olarak Arap askerlerden daha az almaktaydı. Tersanelerde yapılan gemiler Bizans gemilerine benzemekteydi.
Abbasiler Dönemi
Ebu’l Abbas Seffah tarafından 750 yılında Emevi hanedanlığına son verilerek kurulmuştur.
Bu sıralarda Türkistan’daki otorite boşluğunu doldurmak isteyen Çin İmparatorluğu ile Abbasiler arasında Talas Savaşı (751) meydana gelmiştir. Türklerin desteğini alan Müslüman Araplar, Çin ordusuna karşı büyük bir zafer kazanmıştır. Bu savaş sonucunda, Türkistan’daki Çin baskısı ortadan kalkmıştır.
Halife Mansur Dönemi’nde (754-775) Anadolu’ya akınlar düzenlenmiştir. Bu dönemde Arap ve mevali arasındaki fark ortadan kaldırılmıştır. Halife Harun Reşid (786-809) Abbasilere en parlak dönemi yaşatmıştır.
İslam Devleti ile Doğu Roma İmparatorluğu sınırındaki kaleler güçlendirilmiş ve sınır güvenliğini sağlamak amacıyla Tarsus, Maraş ve Malatya’ya askerî valiler atanmıştır. Bu sınır hattı “avasım” adı ile yeniden teşkilatlandırılmış ve Türklerden oluşan askerî birlikler buraya yerleştirilmiştir.
Mu’tasım (833-842) halife olunca otoritesini Türklere dayandırmayı tercih etti. Muhafız kıtalarını onlardan kurdu, devletin önemli görevlerini Türkler’e verdi. Mu’tasım yeni elitleri ile yeni bir şehir kurma ve Bağdat’ı temelli bırakma kararı aldı. Sonuçta, Sâmarrâ şehrini kurarak Türk askerleriyle birlikte hilâfet merkezini oraya nakletti. Abbâsi tarihinde “Sâmarrâ Devri” (836-892) diye bilinen bu devirde Türkler yalnız askerî alanda değil, siyasî ve idarî alanlarda da devlette etkili olmuşlardır. Abbasilere 1258 yılında Moğollar son vermiştir.
Abbasiler Dönemi Yönetim ve Ordu
Abbâsîlerde merkezî yönetimde halife, vezir, hâcib en önde gelen kişilerdi. Halife, her çeşit kuvvet ve kudretin kaynağı sayılırdı. Abbâsî halifeleri kendilerini sadece hükümdar olarak değil, Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri olarak da görüyorlardı. Emevîler döneminde başlatılan veliahtlık sistemi, hilâfeti Abbâsî ailesi içinde bulundurmak gayesiyle devam ettirildi. Abbâsî Devleti idarî yapısında, halifelikten sonra en önemli kurum vezirliktir. Abbâsîler ile birlikte ilk defa Müslüman devlet yapılanmasında ortaya çıkan vezirlik kurumu Sasanîler’den alınmıştı. Vezir, halifenin vekili ve idarî yapının başı idi. Emevîler döneminde merkezde yer alan divânlar, Abbâsîler döneminde de varlığını devam ettirdi.
Abbâsîler döneminde halk, havas (üst tabaka) ve avam (Sıradan halk) olmak üzere iki büyük sınıfa ayrılıyordu. Abbâsîler Mevaliye çok önem vermiş ve onları devletin önemli makamlarına getirmişlerdir.
Abbâsî ordusunun esasını, ücretli askerler teşkil etmekteydi. Bunlar yaptıkları askerî hizmet karşılığında devlet bütçesinden maaş alırlar ve her türlü ihtiyaçları devlet tarafından karşılanırdı.
Abbâsî ordusu şu beş gruptan oluşuyordu:
1. Başşehirde bulunan ve doğrudan halifeye bağlı olarak görev yapan muhafız birliği.
2. Büyük devlet adamlarının emrinde görev yapan birlikler.
3. Vilâyetlerde bulunan kuvvetler.
4. Avâsım ve sugūr adı verilen sınır garnizonlarındaki birlikler.
5. Yardımcı kuvvetler.
Savaşlarda kullanılan başlıca silâh, araç ve gereçler de kılıç, ok, yay, hançer, mızrak, topuz, balta, kalkan, zırh, miğfer, dikenli tel, merdiven, mancınık, arrâde ve debbâbeden ibaretti.
Özellikle Türk birliklerinin hilâfet ordusunun saflarına katılmasından sonra bazı değişiklikler olmuş ve Türkler’deki onlu sistem esas alınmıştır.
Abbâsîler kara kuvvetlerine olduğu kadar deniz kuvvetlerine ve denizciliğe de büyük önem vermişlerdir. Muhtelif şehirlerde kurdukları tersanelerde Bizans gemilerinden daha büyük gemiler inşa etmişlerdir.
Abbasiler ve Türkler
Türkler, kılıç zoruyla değil kendi istek ve iradeleriyle adeta doğal bir geçiş süreci içinde İslamiyet’i benimsemiştir. Abbasilerin mevali siyasetini terk etmesi Türkler arasında İslamiyet’in yayılmasını hızlandırmıştır. Bunun yanında Gök tanrı dini ile İslamiyet arasında benzerlikler bulunması ve İslamiyet’in Türk mizacına uygun gelmesi de etkili olan unsurlardandır. Nitekim İslamiyet, Türklerin millî varlıklarını korumalarında önemli rol oynamıştır.
Mısır’da Kurulan Türk-İslam Devletleri
Tolunoğulları Devleti (868-905)
İhşîdîler (935-969)
Eyyubiler (1174-1250)
Memlûklular (1250-1517)
TOLUNOĞULLARI DEVLETİ (868-905)
Ahmed b. Tolun tarafından Mısır’da kurulmuş ilk Müslüman Türk devletidir.
Mısır’a naib olarak gönderilen Tolunoğlu Ahmed, Abbasi Devleti’ndeki siyasi istikrarsızlıktan yararlanarak bağımsızlığını ilan etmiştir.
884’te vefat eden Tolunoğlu Ahmed’in yerine geçen oğlu Humâreveyh zamanında Tolunoğulları en parlak dönemini yaşamıştır.
Taht kavgaları nedeniyle devletin yıkılış süreci başlamıştır.
Mısır’da karışıklıkların devam ettiği 905 yılında Abbasi ordusu Mısır’a girerek Tolunoğulları hâkimiyetine son vermiştir.
Tolunoğulları tarafından yaptırılan Tulûniyye Camisi ise Mısır’da Türk usulü yaptırılan ilk cami olup aynı zamanda minare geleneğini burada başlatan mimari bir eserdir.
İHŞÎDÎLER (935-969)
Mısır’da kurulmuş ve Suriye’de hâkimiyet kurmuş Müslüman Türk devletidir.
Bu devletin adı, kurucusu Muhammed b. Tuğç’a verilen “ihşîd” unvanından gelmektedir.
Muhammed b. Tuğç, 935’te Mısır’a vali olarak tayin edilmiş ve böylece Mısır’da İhşîdîler Dönemi başlamıştır.
Türkler ilk kez bu dönemde kutsal topraklar (Hicaz bölgesi) üzerinde hakimiyet kurmuştur.
Fatimiler 969 yılında Fustat’a girmiş ve İhşîdîler Devleti’ne son vermiştir.
Tolunoğulları ve İhşîdîlerin kısa ömürlü olmasının en büyük sebebi yöneticilerin Türk, halkın Arap olmasıdır.
EYYUBİLER (1174-1250)
Fâtımi Devletinde vezirlik yapan Selahaddin Eyyubi Nureddin Zengi’nin teşvikiyle 1169-1171 yılları arasında Mısır’daki Fâtımi rejimini yavaş yavaş etkisiz hâle getirmiştir.
Daha sonra Fâtımi hilafetine son vererek Mısır’da Abbasiler adına 1171’de hutbe okutmuştur.
Nureddin Zengi’nin ölümü üzerine Selahaddin, 1174’te Suriye’ye hâkim olmuştur.
Haçlılara karşı başarıyla mücadele eden Selahaddin Eyyubi, 3-4 Temmuz 1187 meydana gelen Hıttin Savaşı’nda Haçlıları büyük bir yenilgiye uğratmış ve Kudüs’ü fethetmiştir.
Bu zafer III. Haçlı Seferi’nin düzenlenmesine neden olmuştur.
Selahaddin Eyyubi, III. Haçlı Seferi’ne karşı İslam dünyasını başarıyla savunmuştur.
MEMLÛKLULAR (1250-1517)
Mısır’da kurulmuş ve Suriye ile Hicaz’da hüküm sürmüş Müslüman Türk devletidir.
Mısır da Eyyubi ordusundaki Türk asıllı azatlı emirler tarafından kurulan Memlûkluların (Kölemenler) ilk hükümdarı Aybek’tir.
Memlûklular asker olduklarından askerî bir yönetim kurmuşlardı.
Yönetimin başında ve kilit noktalarda yüksek dereceli emirler bulunurdu. Sultan da bu emirlerden biri olmuştur.
Genel olarak Memlûklularda hükümdarlık babadan oğula geçmezdi.
Sultan Kutuz Dönemi’nde İslam Dünyası’nı tehdit eden Moğollara karşı 1260’da Aynicâlut Savaşı kazanılmış ve Suriye’nin büyük kısmı Memlûkluların eline geçmiştir.
Böylece Memlûklular, İslam dünyasının en büyük devleti hâline gelmiştir.
İlhanlıların 1258’de Abbasi Devleti’ni ortadan kaldırması üzerine Sultan I. Baybars, 1261 yılında Abbasi ailesinden birini halife ilan ederek Abbasi hilafetini Mısır’da yeniden kurmuştur.
Böylece Memlûklular hilafetin koruyucusu sıfatıyla bütün İslam dünyası üzerinde nüfuz sahibi olmuştur.
Sultan Baybars hükümdarlığı döneminde İlhanlılar ve Haçlılarla başarılı bir şekilde mücadele etmiştir.
Memlûk Devleti, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonucunda 1517’de sona ermiştir.
3.3. ORTA ÇAĞ’DA TİCARET YOLLARI
KRAL YOLU
Kral Yolu, İzmir yakınındaki Sart’tan başlayarak, bugün arkaik bir şehir olan Perslerin payıtahtı Susa’da son buluyordu. Bu büyük yol, Pers İmparatoru I. Darius (522-486) tarafından mükemmel hale getirilmiş olsa bile, ondan evvel de işlediği bilinmektedir. Ancak, onun zamanında bu yol üzerinde menzil, han, kervansaray ve haberleşme kuleleri gibi altyapı oluşturulmuş; bu sebeple de Darius’a atfen Kralın Yolu (The King’s Road) olarak adlandırılmıştı. Buna rağmen, bu yol için Kral Yolu (King Road) nitelemesi daha çok kullanılmıştır. Esasında merkezî bir idarenin daha ziyade askerî gayeyle inşa ettirdiği Kral Yolu, aynı zamanda Batı-Doğu ticaretini de çekebilmişti.
Ticaret yollarında sadece ticari mallar taşınmamış, zamanla yollar mallarla birlikte bilgilerin, fikirlerin, inançların ve değerlerin de hareketine sahne olan önemli mekânsal varlıklar hâline gelmiştir. Orta Çağ’ın başlıca ticaret yolları; İpek Yolu, Baharat Yolu ve Kürk Yolu’dur.
İPEK YOLU
İpek Yolu Çin’den başlayarak Anadolu ve Akdeniz üzerinden Avrupa’da son bulan bir ticaret yolunu temsil etmektedir. Adını en önemli simgesi olan ipekten alan bu ticaret yolu yalnızca ticari malların değil insanların, kültürlerin ve fikirlerin taşınmasında da aracı bir rol oynamıştır.
İpek Yolu’nun çıkış noktası, Çin’in C’hangan ve Loyang şehirleri idi. Bu şehirlerden yüklerini alarak hareket eden ticaret kervanları, Dunhuang’a ulaşıyordu. Burada ticaret kervanlarının karşısına Taklamakan Çölü çıkıyordu. Bundan sonra İpek Yolu ikiye ayrılmaktaydı. Bunlardan biri Taklamakan Çölü’nün kuzey kenarını, diğeri de güney kenarını takip ederek batıya doğru ilerliyor ve her iki yol Kaşgar şehrinde birleşiyordu. Kuzeyden giden yolun bir kolu Turfan, Urumçi, Kulja, Alma Ata (Almatı) üzerinden Talas yoluyla Maverâünnehr’e diğer kolu Talas ve Aksu üzerinden Kaşgar’a ulaşıyordu. Taklamakan Çölü’nün güneyinden giden yol ise Kaşgar’a ulaşmak için Hotan ile Yarkent yolunu takip ediyordu. Kuzey yolu Semerkant, Buhara, Hive Yenikent, İtil üzerinden Karadeniz sahillerine, oradan da İstanbul’a ulaşıyor ve Avrupa’ya açılıyordu. Kaşgar’dan sonra Belh, Merv, Nişabur, Rey yolunu takip eden güney yolu ise Tebriz’den Anadolu’ya giriyordu. Güney yolundan Rey’de ayrılan bir başka kol da Antakya ve Lazkiye’ye ulaşıyor ve buradan Doğu Akdeniz sahillerine açılıyordu.
BAHARAT YOLU
İpek Yolu’nun aksine, Baharat Yolu deniz güzergâhının daha fazla kullanıldığı bir ticaret rotasıydı. Başlangıç noktasını Endonezya’nın doğusundaki, baharat adaları olarak bilinen Maluku Takımadaları oluşturuyordu. Endonezya’dan sonra rota Kalküta, Seylan Adası, Kaliküt, Goa ve Diû limanlarını takip ediyordu. Buradan sonra daha batıya doğru bir kol Hürmüz Boğazı’ndan Basra Körfezi’ne yönelirken bir diğer kol ise Yemen ve Doğu Afrika sahillerine ulaşırdı. Bu kollardan birincisi kara yoluyla Bağdat, Şam, Halep ve ardından Bursa, İstanbul yoluyla Avrupa içlerine ulaşmaktaydı. İkinci kol ise Kızıldeniz üzerinden İskenderiye’ye varırdı. Baharat Yolu’ndan gelen ürünler daha sonra Venedik ve Cenova üzerinden Avrupa’ya ulaşıyordu. Bu yol, coğrafi keşifler sonucunda önemini kaybetti.
KÜRK YOLU
Kürk Yolu Abakan bozkırları ile İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği yere kadar uzanıyordu. Güney Sibirya ormanları kıyısı boyunca devam eden bu yolda hayvan ve katırlarla taşınan deri ve postlar, Hazar Devleti’nin merkezi Hanbalık’a (İdil) ulaştırılıyor ve buradan Bizans’a ve Bağdat üzerinden de İslam ülkelerine gönderiliyordu. Bu yolun doğu ucu Türk devletlerinin merkezi olan Orhun Bölgesi’nden sonra Çin’in merkezine iniyordu.
KERVANSARAY
Türk illerindeki topraklar üzerinde, 30- 40 kilometre aralıklarla kesme taşlardan yapılmış kervansaraylar inşa edilmiştir. Bunlar ticari konaklama merkezleri olup, bugünkü otellerin görevlerini yerine getirmektedir. Bu kervansaraylar arasında seyahat ve ticaret, ülkelerin askeri merkezleri tarafından emniyet altına alınmış, buraya gelenlerin mallarını rahatlıkla pazarladıkları ortam oluşturulmuştur. Yüklü kervanlarla gelip kalanların kendileri ve hayvanları için hekim, baytar ve nalbant bulundurulmuş, ayrıca yatma için odalar, tedavi için revir, kütüphane, ibadet yerleri, yıkanmak için hamam, su ihtiyacı için çeşmeler yapılmıştır.
3.4. ORTA ÇAĞ’DAKİ BAŞLICA MEDENİYET HAVZALARININ BİLİM, KÜLTÜR VE SANATA ETKİLERİ
Dünya tarihinde medeniyetlerin gelişimi birbirinden kopuk bir şekilde gerçekleşmez. Medeniyet, insanlığın maddî ve manevî birikimi olup, kökleri tarihin ilk çağlarına kadar gitmektedir. Bu da bize medeniyetin, insanlığın ortak malı olduğunu gösterir.
Medeniyetlerin birbirleriyle etkileşimleri savaş, göç ve ticaret başta olmak üzere birçok kanaldan gerçekleşmiştir.
Orta Çağ’da dünyanın farklı coğrafyalarında gelişmiş eğitim imkânlarına sahip ve birçok ilim açısından cazibe merkezi hâline gelmiş bölgeler oluşmuştur. Bilim, sanat ve kültür merkezleri olarak beliren ve Medeniyet Havzası olarak nitelenen bu şehirler ve bölgeler, bilimsel disiplinleriyle (ekol) düşünce hayatına yön veren merkezlerdir.
ORTA ÇAĞ DÜNYASINDA BAŞLICA MEDENİYET HAVZALARI
Hicâz: Mekke ve Medine’de müderrisler, Hanefî ve Şâfiî fıkhına göre medrese talebelerinin yanı sıra halka da açık dersler vermişlerdir.
Bilâd-ı Şâm (Suriye): Emeviler döneminde halifelerin destekleri ve elverişli iktisadi yapısı ile Suriye şehirlerinin her biri ilim ve kültür merkezleri haline gelmişlerdir.
Irak: Abbasiler döneminde İslam dünyasının en önemli ilim, kültür ve medeniyet merkezlerinden biri haline geldi. Bağdat’ta Beytü’l-hikme’de yürütülen çalışmalar “İslam Rönesansı” sürecini başlattı. Beytü’l-hikme, bir araştırma ve eğitim kurumu olup Abbasi Halifesi el-Me’mun tarafından kurulmuştur.
Bilgelik evinin en önemli görevleri, dönemin ünlü astronom, matematikçi ve hekimlerini bir araya getirmek ve bilimin çeşitli alanlarındaki belli başlı eserleri Arapçaya çevirmektir.
Bu dönemde Beytü’l hikme, Orta Çağ’ın en zengin kütüphanesi ve ilmî araştırma merkezi hâline gelmiştir.
Fars, Irak-ı Acem, Azerbaycan ve Horasan (İran) Havzası: Kadim ve zengin bir kültüre sahip olan İran coğrafyası, İslam medeniyetinin teşekkülünde ve gelişmesinde mühim bir rol oynamıştır.
Mâverâünnehir, Hârezm, Türkistan: İslam dünyasında astronomi alanında yapılan çalışmalarda Semerkant ve Buhara Medreseleri ve buralarda yetişen âlimlerin çalışmaları bu medeniyet havzasında ön plana çıkmaktadır.
Endülüs: İslâm kültür ve medeniyetinin batıdaki uzantısı niteliğinde olan Endülüs havzası İslâm medeniyetindeki bilgi birikiminin Avrupa’ya tesirinin en önemli kanallarından biridir ve Avrupa’da Rönesans’ın doğmasında etkili olacaktır.
Sicilya (Palermo): Sicilya Adası ve başkenti Palermo; ticari, ilmî ve sanatsal faaliyetlerin yoğunluğu ile İslami dönemde ve sonrasında Doğu ve Batı medeniyetinin harmanlandığı bir kavşak haline gelmişti.
Batı: Orta Çağ Avrupa’sında Roma mirası üzerinde kilise gücünün her alanda hissedildiği Roma- Cermen sentezi bir medeniyet yükselmeye başlamıştır. Eğitimin temel amacı akıl ve inancın uyumunu savunan Skolastik Düşünceyi aktarmak ve geliştirmekti.
Hindistan: Felsefe, kimya, tıp alanlarında da önemli bir birikime sahip olmakla beraber matematik ve geometri bölgenin en fazla öne çıktığı alanlar olarak görülür. Bölgenin İslam medeniyetinin gelişimine de tesiri büyüktür.
Çin: Çin, genel olarak teknik bilgi üreten kadim bir uygarlık olarak bilinse de kuramsal tarih anlatımı, felsefi akımlar, mimari, sanat gibi pek çok alanda önemli bir yere sahiptir.
İSLAM ALİMLERİ
EL HAREZMİ (780-850)
Harezmi 780 yılında Özbekistan’ın Harezm bölgesinin Hive şehrinde dünyaya gelmiştir..
Cebirin ve algoritmanın kurucusudur.
Harezmi, dönemin en seçkin alimlerinin bulunduğu Beyt’ül- Hikme’de yer almıştır.
Sıfırı bulan Harezmi Hintlilerden aldığı dokuz adet rakama sıfırı ekleyerek onluk sistemi tamamlamıştır.
Batılılar matematikte sıfır kullanımını Müslümanlardan öğrenmiştir.
EBÛ BEKİR ER-RÂZÎ (865- 925)
865 yılında Rey’de doğdu.
Batılılar’ın Rhazes dedikleri Er- Razi İslam dünyasının en büyük hekimlerindendir.
Ebubekir Razi’nin tıp alanında yazdığı el- Hâvî adlı eseri 17. yüzyıl’a kadar alanında en önemli başvuru kaynağı olmuştur.
FARABİ (870-950)
Batı’da Alfarabius, Abunazar gibi isimlerle tanınan Farabi’nin asıl adı Muhammed’dir.
Kazakistan’da bulunan Farab şehrinde doğduğu için “el-Farabi” olarak anılmıştır.
Farabi, mantık ilmine katkılarından dolayı Aristo’dan sonra “İkinci Öğretmen” lakabıyla anılmıştır.
İBNÜ’L-HEYSEM (960-1039)
Optik alanındaki çalışmalarıyla tanınan ve modern optik biliminin kurucusu olarak kabul edilen bir bilim insanıdır. Hem İslam dünyasında hem de Batı’da uzun yıllar boyunca faydalanılan en önemli eseri “Kitabü’l-Menazir”dir. Ayrıca, fotoğraf makinesinin mucidi olarak da anılır.
İBN-İ SİNA (980-1037)
Buhara yakınlarındaki Afşana köyünde doğmuştur.
Fıkıh, kelam, mantık, felsefe, tıp, astronomi, jeoloji ve matematik ilimlerinde tahsil gören İbn-i Sina, Batı’da Avicenna, İslam âleminde ise Şeyh el-Reis adıyla anılmıştır.
İbn-i Sina, öğrencisi el-Cüzcanî ile birlikte gözlemevi kurmuş ve bu gözlemevine ait araç ve gereçleri kendisi çizmiştir.
Ufuk açısını ölçmeye yarayan ve “azimut halkası” adı verilen büyük boyutlu bir gözlem aleti yaptığı bilinmektedir.
Bu ölçme aracı daha sonra yıldızlar arası açısal uzaklıkları ölçmek üzere teleskoplara uygulanmıştır.
İbn-i Sina’nın en önemli eseri, tıp alanında yazmış olduğu “el-Kanun fî’t–Tıb” tır.
Tıp ansiklopedisi niteliğindeki bu eser XIX. Yüzyıla kadar Doğu ve Batı dünyasında el kitabı olarak kullanılmıştır.
Batı’da; “Tabip olmak İbn-i Sinacı olmaktır.” sözü deyim gibi kullanılmaktadır.
Şeker hastalığını tespit etmeyi başaran İbn-i Sina, nabız inceleme yöntemiyle damar ve kalp hastalıklarını belirlemiştir.
İbn-i Sina, akıl hastalıklarının meşguliyet, şok, telkin ve müzik ile tedavi edilebileceğini belirtmiştir.
Ay’daki büyük kraterlere genellikle bilim tarihinde önemli yeri olan bilim insanlarının isimlerini verilmektedir.
Bu isimler arasında yer alan Türk İslam bilginlerinden biri de İbn-i Sina’dır.
İMAM GAZALİ (1058-1111)
Gazali, Horasan’ın Tus şehrinde doğmuştur.
Fıkıh, hadis, akaid, felsefe gibi ilimlerde eğitim almıştır.
Gazali’nin hocası olan Cüveynî’ye göre Gazali derin bir denizdir.
Gazali, Nizamiye Medresesi’nde baş müderrislik yapmıştır.
En ünlü eseri “İhyâü Ulûmi’d-Din” de bozulmuş bir toplumu ıslah etme, tekrar Kur’an ve Sünnet temelleri üzerine oturtma ve ona asıl İslami erdemlerini yeniden kazandırmaya çalışmıştır.
ENDÜLÜSLÜ ZEHRAVÎ (936- 1013)
İslam dünyasının en ünlü cerrahıdır.
Kaleme aldığı el-Tasrif isimli eserinde döneminin cerrahi bilgilerini ve yeni yöntemleri tanıtmıştır.
Bu eserinde yaraların ateşle dağlanması ve ameliyatlarda kullanılan aletlerin resimlerine yer vermiştir.
Deney amacıyla hayvanlar üzerinde ve kadavrada çalışmalar yapan Zehravî’nin, batı cerrahi uygulamalarının gelişmesinde, büyük etkisi olmuştur.
Not
İtalya, İspanya ve Güney Fransa’dan birçok kimse İslam Endülüs medreselerine tahsile gelmiştir.
İslam medreselerinden mezun olanlar, Avrupa’daki okullarda öğretmen olmuştur.
İBN-İ RÜŞD (1126-1198)
Kurtuba’da doğan İbn-i Rüşd, felsefeden tıbba çeşitli bilim dallarıyla ilgili yaklaşık 94 eser yazmıştır.
Batı’da Averroes adıyla bilinir.
Aristo’nun en büyük yorumcusu olarak kabul edilir.
XII. yüzyıldan itibaren Avrupa’da “Latin İbn-i Rüşdçülük” denilen bir felsefe ve bilim ekolü oluşmuştur.
Ünlü Astronom Batlamyus’un evren modelini eleştiren İbn-i Rüşd, yeni gezegen modellerinin oluşturulması gereğini ortaya koymuştur.
Yaptığı gözlemlerle güneş lekelerini ilk defa gözlemleyen bilgindir.
Tıp ve optik alanında da çalışmaları olan İbn-i Rüşd, gözün retina tabakasının işlevini açıklamıştır.
Kronoloji
Göbeklitepe (Şanlıurfa) Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl öncesine
Çayönü (Diyarbakır), günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce
Çatalhöyük (Konya), günümüzden yaklaşık 9 bin yıl önce
İLK ÇAĞ
Sümerler MÖ 3200’lerde yazıyı icat etti.
MÖ 3200 Sümerlerin yazıyı bulması
MÖ 2375 Urkagina Yasaları’nın çıkarılması
MÖ 2000 İbraniler Filistin’e yerleşmişlerdir
MÖ 1950-1750 yılları arasında geçen döneme Asur Ticaret Kolonileri Devri denilmiştir.
MÖ 1900 Anadolu’da yazının kullanılmaya başlanması
MÖ 1700 Hammurabi Kanunları
MÖ 1296 Kadeş Savaşı
MÖ 1280 Kadeş Antlaşması
MÖ 1260-1250 Truva Savaşları
MÖ 1230 Ege Göçleri
MÖ 8. Yüzyılda Frigler, Gordion (Polatlı/Ankara) şehri merkez olmak üzere bir devlet kurmuşlardır.
MÖ 776 İlk Olimpiyatlar
MÖ 753 Roma’nın Kuruluşu
MÖ 680 Lidyalıların parayı kullanmaya başlamaları
MÖ 550 Pers İmparatorluğu’nun kurulması
MÖ 546 Lidyalılar Pers İmparatorluğu tarafından yıkılmıştır
MÖ 460- 337 Bilimsel tıbbın kurucusu Hipokrat yılları arası yaşadı.
MÖ 359 İskender İmparatorluğu’nun kurulması
MÖ 330 Pers İmparatorluğu’nun yıkılması
MÖ 323 İskender İmparatorluğu’nun yıkılması
0 Hz. İsa’nın doğumu
226 Sasani Devleti kuruldu
313 Milano Fermanı
325 İznik Konsülü
330 Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlığın resmî din hâline gelmesi
375 Kavimler Göçü
395 Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılması
476 Batı Roma’nın yıkılışı
ORTA ÇAĞ
476 Batı Roma’nın yıkılması
571 Hz. Muhammed’in doğumu
651 Sasani Devleti’nin yıkılması
756 Endülüs Emevi Devleti’nin kurulması
1054 Katolik-Ortodoks bölünmesi
1196 Moğol İmparatorluğu’nun kurulması
1215 Magna Carta (Magna Karta)
1227 Moğol İmparatorluğu’nun parçalanması
1337-1453 Yüzyıl Savaşları
1347-1351 Avrupa’da Veba Salgını