Osmanlı Devleti’nin kısa sürede büyümesinde ve varlığını uzun yıllar korumasında gelişmiş bir devlet teşkilatına ve güçlü merkeziyetçi yapıya sahip olmasının payı büyüktür.
Osmanlı devlet yönetiminde, sömürgeci bir anlayış görülmez.
Osmanlı Devleti’nde, devletin devamlılığı esastır.
Bu yüzden sonsuza kadar yaşayacağı düşüncesi için “Devlet-i Ebed Müddet”, devletin büyüklüğü için de “Devlet-i Âliyye, Devlet-i Muazzama” gibi unvanlar verildi.
İlk Türk devletlerinde olduğu gibi “kut alma” anlayışı Osmanlı’da da devam etti.
Ancak bu durum Osmanlılarda, Allah’ın takdir ve inayeti olarak yorumlandı.
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde diğer Türk İslam devletlerinde olduğu gibi “Ülke hanedanın malıdır. ” anlayışı vardı.
Alplerin, devletin ileri gelen ailelerin ve ahilerin onayladığı en başarılı şehzade padişah oluyordu. Bu anlayış sık sık taht kavgalarına dolayısıyla da merkezî otoritenin zayıflamasına neden oluyordu.
Bu anlayış I. Murad Dönemi’nde “Ülke hükümdarın ve oğullarının malıdır.” anlayışına dönüştü.
Böylece hâkimiyet bir sülaleden alınarak bir aileye mahsus kılındı.
Fatih çıkardığı ‘’Fatih Kanunnâmesi’’ ile tahta çıkan hükümdarın kardeşlerini öldürebileceğini ilan etti.
Fatih’ten önce vezir-i âzamlık ve beylerbeyliği gibi
önemli görevlere nüfuzlu Türkmen ailelerine mensup kişiler getiriliyordu.
Fatih, devşirme sisteminden yetişenleri vezir-i âzam, vezirlik, beylerbeylik gibi yüksek görevlere getirerek Osmanlı Devleti’nde mutlak gücün padişahta olduğu anlayışını yerleştirdi.
Böylece nüfuzlu Türk ailelerinin hükümdar üzerindeki gücüne son vererek merkeziyetçi devlet yapısını güçlendirdi.
Fatih döneminden itibaren müsadere denilen sistem uygulanarak yüksek derecede görev yapanların ölümleri hâllerinde mallarına el konularak bunların hazineye intikal ettirilmesi sağlandı.
İlk kez 1453 yılında Vezir-i âzam Çandarlı Halil’in ailesinin malları müsadere edildi. Fatih’in, müsadere sistemini uygulamak istemesinin en önemli gerekçesi merkeziyetçi yapıyı güçlendirmek ve devlet otoritesine rakip olabilecek oluşumları engellemekti.
Fatih Dönemi’nde, merkeziyetçi devlet yapısını güçlendirmek amacıyla yapmış olduğu uygulamalardan biri de haremden evlenme geleneği başlamasıdır.
Yabancı bir prensesin ya da güçlü bir Türk ailesine mensup bir kadının ailesi, Osmanlı hanedanıyla evlilik bağı kurarak siyasi çıkarlar sağlayabiliyordu.
Fatih, tüm bu olumsuzları gidermek amacıyla başta padişah olmak üzere, Enderunda saraya bağlı yetişen devlet yöneticilerinin, saray hareminden yetiştirilen kadınlarla evlenme geleneğini başlattı.
Böylece devlet taşraya gönderdiği idareci ve askerî görevlilerin nüfuzlu ailelerin kızlarıyla evlenmelerinin önüne geçerek merkezî otoriteyi korudu.
DEVLET İDARECİLERİNDE BULUNMASI GEREKEN VASIFLAR
Osmanlı Devleti’nde tahta çıkan padişahların ve idarecilerin sahip olması gereken vasıflar, nasihatnâme ve siyasetnâmelerde belirtilmiştir.
Nasihatnâme ve siyasetnâmeler, devlet yönetimiyle ilgili, devlet idarecilerine ve devlet adamlarına idarecilik ilim ve sanatına dair bilgiler veren, onlara pratik tavsiyelerde bulunan siyasi ve ahlaki içerikli eserlerdir.
Osmanlı Devleti’nde nasihat geleneği Osman Gazi öncesine dayanır.
Öncelikle Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye nasihatleri rivayet edilir ki bunlar dinî, ilmî ve ahlaki öğüt niteliğindeydi.
Yine II. Murad’ın, oğlu II. Mehmet (Fatih) için yazmış olduğu “Nasihat-üs Sultan Murad”; Yavuz’un, oğlu I. Süleyman’a (Kanuni) yazdığı “Siyasetnâme” ile Vezir-i âzam Lütfi Paşa’nın yazmış olduğu “Âsafnâme” önemli nasihatnâme ve siyasetnâmelerin arasında gösterilebilir.
ŞEHZADELER VE SANCAĞA ÇIKMA USULÜ
Osmanlı Devleti’nde, padişahın erkek çocuklarına “şehzade” denirdi.
Şehzadeler, sancağa çıkmadan önce sarayda iyi eğitim alırlardı.
Osmanlı şehzadelerin, gelecekte hükümdar adayı olmaları vesilesiyle gerekli beceri ve tecrübeyi almaları için kendilerine yardımcı olarak atanan lalalar nezaretinde sancaklara çıkarılırlardı.
Sancağa çıkma yaşı genelde on beş idi.
Osmanlı Devleti’nde, İzmit, Bursa, Kefe, Konya, Kastamonu, Kütahya, Manisa ve Amasya gibi şehirler önemli şehzade sancaklarıydı.
Sancakta bulunan şehzadelere “Çelebi Sultan” denirdi.
Şehzadeler görev yaptıkları sancaklarında zeamet
ve tımar dirlikleri dağıtabilir, resmî belge ve yazışmalara kendi tuğralarını çekebilirlerdi.
Ancak tüm bu işleri merkeze yani başkente bildirmek ve kayıt altına almak zorundaydılar.
II. Selim Dönemi’nden itibaren şehzadelerin sancaklara çıkma yönteminde sadece büyük ve hükümdar adayı olan şehzadenin sancağa çıkmasına karar verildi ve sadece Manisa şehri şehzade sancağı olarak belirlendi.
XVII. yüzyıldan itibaren ise büyük şehzadenin de sancağa çıkma usulü tamamen kaldırılarak şehzadelerin sarayda eğitim almalarına karar verildi.
Sancağa çıkma yerine şehzadelere ismen sancak verilerek yerine mütesellim (vekil) gönderildi.