Avrupa’da bile hükümetleri korkutan kahvehaneden korkmakta Osmanlı devletinin daha haklı endişeleri vardı. Osmanlı devleti tebaasının, yani reayanın camiden, mescitten, kiliseden başka gidecek, toplanacak yeri yoktu. Buralarda da sadece vaizleri dinlerlerdi. Askerleri ya kışlalarda ya da tımar bölgelerinde, kalelerde yaşarlar, çalışırlardı. Hemen hemen hiçbir kamu düşünü yuvası ve aracı yoktu. Böyle bir reayayı, çobana benzetilen bir padişah kendi adamlarıyla kolay güdebilirdi.
Kahvehaneler, Osmanlı ülkelerinde, özellikle İstanbul’da cami ve mescidin yerini alan ilk siyasal dedikodu, hattâ fesat yuvalan oldular. Daha kötüsü, kahvehaneler ve meyhaneler reayanın uğrağı, eğlenme ya da dinlenme yeri olmaktan çok, hükümet için korkunç bir gücün, yeniçerilerin ve Bektaşîlerin ayaklanma karargâhları haline gelmiştir.
Yüksek tabaka, Paris’e elçilikle giden Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin dönüşte getirdiği planlara göre yapılan köşklerin lâle bahçeleri arasında yeni bir dünyanın güzelliklerini ve zevkini tadar, kendilerini yeni bir düzen döneminin eşiğinde sanırlarken, devlet sorunları, Galata ve İstanbul kahvehanelerinde ve meyhanelerinde halktan ayırt edilemez duruma gelen yeniçeri askerleri arasında da tartışılacak kadar bir açıklık dönemi gelmiş bulunuyordu.
Avrupa’nın bile yeni bir aşamaya girmek üzere olduğu bu dönemde Osmanlı ülkelerinde ve tabiî olarak İstanbul’da yönetici tabaka düzeyinde olduğu kadar artık reâyâlıktan çıkmış olan halk tabakası arasında da yeni bir düşün ve tartışma havasının başladığını sanabiliriz. İslâmlık, Osmanlılık, gaza, savaş ve ahiret dünyalarının dışında yeni, maddî bir dünyanın varlığı duyuluyordu. Eski dünyaya ya sûfî neşesiyle ya da Bektaşî alaycılığı ile bakılıyor, gündelik
dünyaya olumsuz bir bakışla bakılmıyordu. Bu özellik, ihtiyat ve duraksama karışımı bir hava içinde başlayan ciddî düzeydeki arama ve yoklama girişimlerinin uygulanışının yazgısını da belirleyecekti.