İnkılap Tarihi 8. Ünite 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye ve Dünya

12. sınıf

Bu yazımızda güncel müfredata göre hazırladığımız 12. sınıf T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi 8. ünitesi olan 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye ve Dünya ünitesinin özet ders notlarını paylaşıyoruz. 12. sınıf İnkılap Tarihi özet pdf ders notları sayesinde derslerde daha başarılı olacaksınız. Güncel 12 . sınıf İnkılap tarihi ve Atatürkçülük ders kitabına uygun olarak hazırladığımız 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye ve Dünya ders notları aşağıdaki konuları kapsamaktadır.

12. Sınıflar T.C İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük 8. Ünite 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye ve Dünya

1990 SONRASI TÜRKİYE’DEKİ EKONOMİK KRİZLER

Türkiye, 1990 sonrası birçok ekonomik kriz yaşamıştır.

Ülke sık sık değişen koalisyon hükûmetleri tarafından yönetilmiştir.

Siyasi iktidarların hedefi, ekonominin büyük sorunlarını çözmekten ziyade, görev yaptıkları kısa vadede bütçe dengesizliklerini gidermek olmuştur.

5 Nisan Kararları (1994)

1994 yılı, Türkiye’nin biriken ekonomik sorunlarla karşı karşıya kaldığı bir yıl olmuştur.

Devlet, iç borç açığını kapatmak için dış borçlanmaya yönelmiş ve merkez bankası birikimlerini de bu amaçla kullanmak zorunda kalmıştır.

Yüksek enflasyonun ve cari açığın artması, faiz oranlarının yüzde 400’ü aşması, enflasyon yüzde 121’e ulaşması hükümeti çözüm bulmaya itti.

Ekonomiyi hızla istikrara kavuşturmak, kamu açıklarını daraltmak, ekonomide bir büyüme sağlamak ve ekonomik istikrarı sürekli kılacak düzenlemeleri başlatmak amacıyla IMF (Uluslararası Para Fonu) yardımıyla bir çözüm planı hazırlandı.

Bu plan, 5 Nisan Kararları olarak açıklandı.

5 Nisan Kararları ile atılan adımlar, ülkede yaşanan ekonomik soruna kökten bir çözüm getiremedi.

Kararlar piyasalarda durgunluğa sebep oldu.

Sıkı denetlenen bazı bankalar iflas etti.

5 Nisan Kararları kamu kesimi borcunun azaltılması ve belli bir oranda bütçe disiplininin sağlanmasına yaradı.

5 Nisan Kararları, yaşanabilecek daha büyük bir ekonomik bir krizi yalnızca bir süreliğine erteledi.

2001 Ekonomik Krizi

Şubat 2001’de gerçekleştirilen Millî Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile dönemin başbakanı Bülent Ecevit arasında yaşanan sert tartışma ile başlayan siyasi krizin yaşanması ile başladı.

Siyasi kriz ekonomi alanında da etkili oldu.

Kamu bankaları büyük açıklar verdi.

ABD doları, 695 bin liradan 900 bin liraya yükseldi.

Yaşanan tüm bu olumsuz gelişmeler bütçe açıklarının artmasına ve şirketlerin batmasına neden oldu.

Türkiye’yi çok olumsuz etkileyen bu krize 2001 Ekonomik Krizi adı verilmektedir.

2001 Ekonomik Krizi’nin Sonuçları

Ülkede milyonlarca kişi işsiz kaldı.

İnsanların alım gücü düştü.

Ekonomide yaşanan darboğaz nedeniyle esnaflar, kepenk kapatarak protestolar yapmaya başladılar.

Krizle baş edemeyen dönemin hükûmeti, olumsuz durumu aşmak için IMF’ye başvurdu.

IMF’nin Türkiye’ye verdiği programı uygulamak üzere Dünya Bankası başkan yardımcılarından Kemal Derviş, Türkiye’ye getirildi ve ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak göreve başlatıldı.

2008 Ekonomik Krizi

2008’de Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan ve giderek tüm dünya ülkelerine hızlıca yayılan ekonomik bir kriz meydana geldi.

Krizin temel nedeni, konut sahiplerinin ipotekli konut kredilerini ödeyememeleri üzerine bankalar ve finans kuruluşlarında başlayan darboğazın üretim ve hizmet piyasasını da darboğaza sokmasıydı.

ABD’de başlayıp daha sonra Avrupa’ya sıçrayan kriz, AB ülkelerini de derinden etkiledi.

Bu kriz sonucu birçok AB ülkesi ekonomik anlamda iflasın eşiğine geldi.

Krizin, AB ile ekonomik ilişkileri olan Türkiye’ye de olumsuz etkileri görüldü fakat bu etkiler sınırlı kaldı.

Türkiye’de yatırım bankacılığı olmadığı için bankacılık sistemi ABD ve AB bankaları gibi bu krizden doğrudan etkilenmedi.

Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası da dünyadaki diğer merkez bankaları gibi faizleri düşürerek krizin etkilerini hafifletmeye çalıştı.

2008 krizinin etkisiyle Türkiye ekonomisi 2009’da %4,8 küçüldü.

Borsada düşüşler yaşandı.

Ekonomik krizin etkisiyle ülkedeki işsizlik oranı 2007’de %9,2 iken 2008’in Ağustos ayında %9,8’e yükseldi.

Dünya piyasalarında yaşanan tüm bu olumsuzlukların Türkiye üzerindeki etkisi uygulanan istikrarlı ekonomik programla en düşük düzeyde hissedildi.

Millî İradeye Darbeler

Türkiye’de 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askerî darbelerinden sonra da demokrasiye karşı hukuk dışı müdahaleler yapılmıştır.

28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 ve 15 Temmuz 2016 tarihlerinde yapılan askerî darbeler Türk demokrasisinin gelişimine zarar vermiştir.

28 Şubat Darbesi

28 Şubat 1997’de seçilmiş hükûmete karşı yapılan müdahaledir.

Refah Partisi (RP) lideri Necmettin Erbakan ve Doğru Yol Partisi (DYP) lideri Tansu Çiller hükûmeti, silahlı kuvvetler tarafından istifaya zorlandı.

28 Şubat’ta askerler yönetime bizzat el koymak yerine medya üzerinden hükûmete karşı bir savaş verdiler.

Bu darbe, “post-modern” darbe olarak adlandırılmıştır.

28 Şubat Darbesi’nin Nedenleri

4 Aralık 1995’te gerçekleştirilen seçimlerde Refah Partisinin birinci parti çıkmasına rağmen hükûmeti kurma görevi, Anavatan Partisi (ANAP) ve Doğru Yol Partisi koalisyonuna verildi.

Kurulan hükûmetinin kısa bir sürede başarısız olmasının ardından Doğru Yol Partisi ile Refah Partisi arasında yeni bir koalisyon kuruldu.

Koalisyon sonucu RP lideri Necmettin Erbakan, başbakan oldu ancak yeni hükûmete ordunun üst düzey komutanlarının tepkisi de artmaya başladı.

28 Şubat Darbesi

Ordu, medya ve iş çevreleri birlikte hareket ederek yeni kurulan hükûmeti daha ilk aylarından itibaren demokratik olmayan bir tutumla devirmeye çalıştı. Millî irade yok sayılmak istendi.

TSK, 1996’nın ikinci yarısında Refah Partisi iktidarına karşı büyük bir psikolojik savaş başlattı.

Batı Çalışma Grubu (BÇG) adı altında bir oluşumla, Refah Partisinin tüm faaliyetleri izlemeye alındı.

Askerî ve sivil bürokraside fişlemeler başladı.

TSK, medyayı brifinglerle ve doğrudan temaslarla yönlendiriyor ve iktidarı laiklik karşıtı olarak gösteriyordu.

Başbakan Necmettin Erbakan’ın, İslam ülkeleri ile yakınlaşması ve tepkilere rağmen İslam dünyası ile iş birliği projelerini gündemde tutmayı sürdürmesi.

İslam ortak pazarı için G-7’ye karşı, D-8’ler grubunu kurma projesi için harekete geçmesi.

Başbakan Necmettin Erbakan’ın, Başbakanlık Resmî Konutu’nda, kamuoyunda tartışılan bir iftar yemeği vermesi.

Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın, Filistin ile dayanışma gecesi düzenlemesi; geceye İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri’nin çağrılması.

Gecede yapılan konuşmaların ve sergilenen tiyatro oyununun içeriğinden rahatsız olunması.

28 Şubat Darbesi’nin Sonuçları

Ankara’nın Sincan ilçesinde 20 tank ve 15 zırhlı araç şehir merkezinden geçiş yaptı.

Genelkurmay Başkanlığı ve DYP’li dönemin Millî Savunma Bakanı Turhan Tayan, tankların eğitim amacıyla geçtiğini açıkladı.

Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, daha sonra yaptığı bir açıklamada tankların geçişi için “Demokrasiye balans ayarı yaptık.” ifadesini kullanmıştır.

Hükûmet ile asker arasındaki gerilim tırmanırken Millî Güvenlik Kurulu (MGK), 28 Şubat 1997’de “irtica” gündemiyle toplandı.

MGK’da yer alan askerî kanat, 18 maddelik bir karar listesi ortaya koydu.

Başbakan Necmettin Erbakan, MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç’tan kararların yumuşatılmasını istedi aksi hâlde bildiriyi imzalamayacağını söyledi.

Fakat ordu, medya ve iş çevreleri ile birtakım işçi ve işveren sendikaları konfederasyonları, bir araya gelip MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıkladılar.

MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç, başbakan ile görüşmesinden sonra, MGK kararlarıyla ilgili imzaların tamamlandığını açıkladı.

RP-DYP koalisyon antlaşması gereği başbakanlık görevi sırayla yapılacaktı.

RP lideri Başbakan Necmettin Erbakan, görevi koalisyonun ortağı DYP lideri Tansu Çiller’e devretmek için başbakanlıktan istifa etti.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, koalisyon protokolünü tanımadığını söyleyerek hükûmet kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verdi.

RP, DYP ve Büyük Birlik Partisi (BBP) duruma tepki gösterdiler.

ANAP lideri Mesut Yılmaz, Demokratik Sol Parti (DSP) ve Demokratik Türkiye Partisi (DTP) ile anlaşarak yeni bir hükûmet kurdu.

28 Şubat Rejimi denilen süreç başladı.

Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, iktidardaki Refah Partisi hakkında, “Laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğu” iddiasıyla kapatma davası açtı.

Dava 16 Ocak 1998’de sonuçlandı ve Refah Partisi kapatıldı.

Necmettin Erbakan ve parti yöneticilerine 5 yıl siyaset yasağı getirildi.

27 Nisan 2002 E-Muhtırası

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in başkanlık ettiği son Millî Güvenlik Kurulunda irticai faaliyetlerin artmasıyla ilgili tartışmalar tekrar gündeme geldi.

2002 seçimlerinden sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) tek başına iktidar olması, 28 Şubat Darbesi’ni kurgulayan çevreleri yine kaygılandırdı.

Seçilmiş hükûmete karşı yapılacak demokrasi dışı yeni bir müdahaleye ortam hazırlamak ve Türk toplumunu laiklik üzerinden kutuplaştırmak ve ayrıştırmak için harekete geçtiler.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin sona erecek olması nedeniyle siyasi gerginlik arttı.

Anayasaya göre cumhurbaşkanlığına AK Partinin göstereceği adayın seçilme ihtimali yüksekti.

Bu nedenle cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça laiklik tartışmaları arttı.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı günlerde nitelikli çoğunluk olan 367 milletvekili olmaması ya da diğer partilerin seçime katılmaması hâlinde herhangi bir adayın cumhurbaşkanı olamayacağı görüşü, Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından dile getirildi.

Mecliste 27 Nisan günü gerçekleşen seçimlerin ilk turuna muhalefetin de küçük desteğiyle 361 milletvekili katılmış ve 367 sayısının altında kalınmıştı.

Aynı gün saat 23.17’de Genel Kurmay Başkanlığının resmî internet sitesinin Basın Açıklamaları ve Duyurular kısmında, daha sonradan “e-muhtıra” olarak adlandırılacak olan bir bildiri yayınlandı.

Muhtırada laiklik konusundaki hassasiyetinden bahseden TSK, Kutlu Doğum Haftası faaliyetleri sırasında ortaya çıkan başörtülü kızların görüntülerinden ve onların ilahi okumalarından duyduğu rahatsızlığı dile getirdi.

Laikliğin tartışılmasından tekrar bir kurgusal gündem oluşturuldu.

Tartışmalarda TSK’nın taraf olduğu ve laikliğin kesin savunuculuğunu üstlendiği vurgulandı.

Türk Silahlı Kuvvetleri, hukuksal bir alan dışına çıkarak gerçek görevlerinden uzaklaştı.

28 Nisan’da, Hükûmet Sözcüsü Cemil Çiçek, bu bildiriye karşı hükûmet adına açıklama yaptı.

“Genelkurmay Başkanlığı, hükûmetin emrinde, görevleri anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur…” sözleriyle hükûmetin TSK’nın siyasete karışmasına karşı çıktığını ilan etti.

15 Temmuz Hain Darbe Girişimi (15 Temmuz 2016)

TSK içerisinde örgütlenmiş bir grup FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) mensubu subay tarafından demokrasiye ve millî iradeye karşı başlatılan hain darbe girişimi 15 Temmuz Cuma günü saat 22.00’de İstanbul Boğaziçi (15 Temmuz Şehitler Köprüsü) ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin bir grup asker tarafından trafiğe kapatılmasıyla başladı.

Ankara’da TRT binası darbeciler tarafından ele geçirildi.

Meydana gelen durumun hemen ardından Çankaya Köşkü’nde bir koordinasyon merkezi kuruldu.

Başbakan Binali Yıldırım, televizyon kanallarına bağlanarak bunun bir darbe girişimi olduğunu ve bu girişime izin verilmeyeceğini açıkladı.

Darbeciler, Ankara Gölbaşı’ndaki Polis Özel Harekât Merkezine saldırdılar.

Burada görevli 44 polis memuru şehit edildi.

MİT Müsteşarlığına saldırıldı.

Genelkurmay Başkanlığını basarak, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ı rehin aldılar.

Darbeci askerler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a suikast yapmak için Marmaris’te kaldığı otele baskın düzenlediler.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir uçakla İstanbul Atatürk Havalimanı’na hareket etti.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu sırada çeşitli televizyon kanallarına görüntülü bağlantı gerçekleştirerek askerî kalkışmaya tepki gösterdi ve halkı darbe girişimine karşı meydanlara çıkmaya davet etti.

Darbeci askerler kendilerine karşı direnişi kırmak için savaş helikopterleri ile sivil halkın üzerine ateş açmaya başladılar.

TBMM, savaş uçakları ve savaş helikopterleri ile darbeciler tarafından bombalandı.

Darbe sürecinde yaşanan en önemli gelişme, özel kuvvetler mensubu astsubay Ömer Halisdemir’in komutanından aldığı emirle özel kuvvetleri ele geçirmeye çalışan General Semih Terzi’yi vurmasıyla yaşandı.

Bu olay darbecilerin planlarının bozulmasına yol açtı.

Darbeciler tarafından ele geçirilen Atatürk Havalimanı, halkın desteğiyle darbecilerden temizlendi.

Saat 03.20’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’a geldi.

16 Temmuz Cumartesi sabahı darbe girişiminin başarısız olacağını anlayan darbeci askerler, Ankara’da sivil halkın üzerine bomba atmaya devam etti.

Savaş helikopterleriyle Ankara Emniyet Müdürlüğüne ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne saldırıldı.

Boğaziçi Köprüsü, Genelkurmay Başkanlığı binası ve kuvvet komutanlıkları binaları emniyet güçleri tarafından darbecilerden geri alındı.

Savcılığın başlattığı soruşturmayla darbeye karışan ve destek veren FETÖ mensupları tutuklanmaya başlandı.

Böylece darbe girişimi bastırıldı.

Millî iradeyi ortadan kaldırmak,

Zor kullanarak demokratik yapıyı sonlandırmak,

Dış güçlerin bölgesel çıkarlarına destek olmak,

Örgüt yandaşlarına statü, servet ve güç kazandırmak,

İç savaş çıkartarak ülkenin bölünmesine ve parçalanmasına destek olmak.

Darbe girişimi, TSK içine sızmış FETÖ mensuplarının sivil halka, devletin güvenlik güçlerine ve TBMM başta olmak üzere resmî kuruluşlara saldırdığı bir ihanet hareketidir.

Türk milleti, darbecilere karşı millî iradeyi korumak adına sivil bir inisiyatif göstererek ilk kez meydanlara inmiştir.

Milletin iradesinin silah ve şiddetle yenilemeyeceği tüm dünyaya gösterildi.

15 Temmuz Darbe Girişimi sonucu 248 kişi şehit oldu ve 2196 vatandaş yaralandı.

Darbe girişiminin ardından TBMM’deki siyasi partiler darbeye karşı ortak bir bildiri yayımladılar.

Darbeciler ve onları destekleyenlerle etkin mücadele için TBMM, hükûmete anayasa gereği Olağanüstü Hâl (OHAL) uygulama yetkisi verdi.

Darbe Girişimi tüm yurtta yaklaşık 22 saat süren bir mücadele sonucunda bertaraf edildi.

Türkiye’de OHAL uygulaması başladı.

Sadece darbeye karışanlar değil TSK başta olmak üzere tüm kamu kuruluşlarına sızmış bulunan FETÖ mensupları ve FETÖ yapılanmasında yer alanlar için yargı süreci başlatıldı.

Milletin darbecilere karşı gösterdiği iradenin ve kazanılan zaferin ardından her yıl, 15 Temmuz Demokrasi ve Millî Birlik Günü kutlamaları gerçekleştirilmektedir.

Terörle Mücadele

Terörizm, amacı şiddet yoluyla kargaşa çıkararak toplumun direnme gücünü kırmak, bir ülkedeki siyasi ve sosyal düzeni zayıf göstererek halkın siyasal düzene desteğini azaltmaktır.

Tarih boyunca Terörizmi yöntem olarak benimseyen yasal veya yasa dışı örgütler, bu yolla birtakım siyasi ve ekonomik çıkarlar sağlamayı hedeflemektedir.

Orta Doğu başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde bazı devletler, ekonomik veya politik çıkarları gereği, diğer devletlere karşı dolaylı yıpratma ve dayatma yöntemi olarak terör örgütlerini bir silah olarak kullanmaktadırlar.

Bu devletlerin gizli destekleri sonucu terörizm, günden güne yaygınlaşmış ve uluslararası bir nitelik kazanmıştır.

Terörizmin dünya devletlerince belirlenmiş ortak bir tanımı, terörist örgütlenmeleri kendi gizli emelleri için araç olarak kullanan devletler yüzünden yapılamamaktadır.

Bu sebeple terörle mücadelede dünya devletleri birlik içinde hareket edememektedir.

Dünyada çok önemli bir stratejik konuma sahip olan Türkiye, bazı devletler tarafından istikrarsızlaştırılmak ve zayıflatılmak istenmektedir.

Güçlü bir Türkiye’nin oluşmasını engellemek isteyen devletler, terör örgütlerini kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’ye karşı yönlendirmekte hatta bu terörist örgütlerini bir iç ve dış politika aracı olarak kullanmaktadırlar.

Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında birçok terör örgütü ile karşı karşıya kaldığı görülür.

Türkiye, 1973’te başlayan dış destekli bir Ermeni Terör Örgütü ASALA şiddeti ile karşılaştı, 1980’lerin sonunda PKK bölücü terör örgütü saldırıları başladı.

Günümüze kadar varlığını sürdüren PKK terörü nedeniyle pek çok güvenlik görevlisi şehit oldu, binlerce masum insan katledildi.

PKK, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgeleri başta olmak üzere birçok yerde güvenlik güçlerine, öğretmenlere, işçilere ve bölge halkına saldırılar düzenleyen kanlı bir örgüttür.

PKK, dış güçlerin de yardımlarıyla Türkiye’yi bölmeyi ve parçalamayı amaçlayan ayrılıkçı bir terör örgütüdür.

PKK terör örgütüyle uğraşan Türkiye, sınır komşuları olan Irak ve Suriye’de yaşanan iç istikrarsızlıklar nedeniyle, 2014 yılından itibaren bölgedeki güvenlik açığını değerlendirerek güç kazanan ve dış desteklerle büyüyen DAEŞ terör örgütünün hedefi hâline geldi.

DAEŞ, Suriye’nin kuzeyinden Türkiye’deki yerleşim birimlerine saldırılar düzenleyerek ya da Türkiye içinde düzenlediği bombalı saldırılarla terör eylemleri gerçekleştirdi.

Bu terör saldırıları sonucu pek çok güvenlik gücü şehit düştü, masum siviller hayatını kaybetti.

DAEŞ, vahşi terör faaliyetleri ile bütün dünyada ses getiren radikal bir terör örgütü oldu.

Türkiye, PKK ve DAEŞ’in yanı sıra FETÖ ile de etkin bir şekilde mücadele etmektedir. FETÖ, halkın dinî duygularını ve yardımseverliğini istismar ederek devletin pek çok kurumunda gizli yapılanmalar gerçekleştirmiş bir terör örgütüdür.

11 Aralık 2015’te Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının talimatıyla FETÖ/Paralel Devlet Yapılanmasına (PDY) yönelik Türkiye genelinde operasyonlar başlatılmıştır.

Terör örgütünün yasa dışı amaçları hazırlanan fezlekede tespit edilmiştir.

FETÖ, 1999 yılından beri ABD’nin Pennsylvania (Pensilvanya) Eyaleti’nde yaşayan Fetullah Gülen’in liderliğinde kurulmuştur.

Uluslararası güçlerin emrinde olan FETÖ, Türkiye’de devletin bütün anayasal kurumlarını, güvenlik birimlerini, mülki ve adli yapısını ele geçirmeyi amaç edinmiş bir terör örgütüdür.

Devletin etkin mücadelesiyle güç kaybeden FETÖ, bu kez Türk Silahlı Kuvvetleri içerisine yerleştirdiği kadrolarıyla 15 Temmuz 2016’da askerî bir darbeye kalkıştı.

Bilim, Sanat ve Spordaki Gelişmeler

1980’li yıllarda Turgut Özal’ın liberal politikalarıyla Türkiye dünyadaki gelişmelere ve rekabete açılmaya başladı.

Bu ortamda iş ve ekonomi dünyasına ek olarak yazılı medya ve bazı sivil toplum örgütleri de bu sürece katıldı.

Medyanın gelişimi Türkiye’de devlet dışındaki sivil alanların canlanıp gelişmesine yardımcı oldu.

1990’lı yıllarda özel medyanın gelişmesi Türk sinemasını olumsuz etkiledi.

Türk sinema sektörü 1990’lı yılları ekonomik kriz içinde geçirdi.

Yavuz Turgul’un yönettiği ve senaryosunu yazdığı Eşkıya filmi, 1996-1997 sezonunda 2 milyon 568 bin 339 kişi tarafından izlendi.

Böylece Türk sineması için yeni bir umut doğdu.

1990’lı yıllarda genç bir yönetmen kuşağı ortaya çıktı.

2004’te, 5224 sayılı “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun” çıkarıldı.

2016 yılında yerli sinema sektörü, sadece vizyon gelirleriyle 690 milyon TL’lik bir gelir elde etti.

Sinema sektörünün toplam büyüklüğü 3 milyar TL’ye ulaştı. 1990’lı yıllarda Türkiye’de başlayan liberalleşme ve medyanın gelişimi, müzik alanında pop müzik tarzının gelişmesini sağladı

1990’lı ve 2000’li yıllarda Türkiye’de spor alanında önemli gelişmeler yaşandı.

Bulgaristan Türklerinden Naim Süleymanoğlu, 1986’da Avustralya’da düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası’nda Türkiye Büyükelçiliğine sığınarak Türkiye’ye iltica etti.

1993 Dünya Şampiyonası’nda üç altın madalya kazanmasının yanı sıra, iki dünya rekoru kıran Süleymanoğlu, 1994’te Bulgaristan’da yapılan Avrupa Halter Şampiyonası’nda sadece üç kaldırış yaparak üç dünya rekoru kırdı.

Naim Süleymanoğlu halter kariyeri boyunca 46 dünya rekoru kırdı.

1999-2000 futbol sezonunda UEFA Kupası’nda oynama şansını elde eden Galatasaray Futbol Kulübü, bu kupayı kazanarak ilk kez bir Avrupa kupasını Türkiye’ye getiren Türk takımı oldu.

2002’de Güney Kore ile Japonya’nın ortaklaşa düzenlediği Dünya Kupası’na Türkiye A Millî Futbol Takımı, 48 yıl aranın ardından turnuvaya ikinci kez katılma başarısı gösterirken aldığı dünya üçüncülüğüyle de tarihî bir başarıya imza attı.

Türkiye’ye ilk Nobel ödülünü 2006 yılında Orhan Pamuk getirmişti.

Bilim alanında ise en büyük başarı bir Türk bilim adamının 2015 yılında Nobel Kimya Ödülü’nü kazanmasıyla gerçekleşti.

1979’dan itibaren çalışmalarını ABD’de sürdüren Prof. Dr. Aziz Sancar, kanser hastalığı konusunda yaptığı önemli çalışmalar ve hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını haritalandıran araştırmaları sayesinde 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü.

SSCB’nin Dağılması

Soğuk Savaş’ın taraflarından birisi olan SSCB, XX. yüzyıl son çeyreğinde siyasi ve ekonomik olarak sorunlar yaşamaya başladı.

Batı Bloku ile küresel siyaset sahasında girişilen güç yarışı, Sovyet sistemini işlemez hâle getirdi.

Bu süreçte nükleer silahlanma ve Yıldız Savaşları adı verilen uzay çalışmaları SSCB ekonomisini olumsuz etkiledi.

SSCB sisteminin çıkmaza girmesi, Doğu Bloku’nun diğer ülkelerine de yansıdı.

SSCB yönetimi, 1987’de Devlet Başkanı Gorbaçov’un açıkladığı Glasnost ve Perestroika  programlarıyla, Sovyet sisteminde şeffaflığa ve yeniden yapılanmaya gidileceğini ilan etti.

Demokratik uygulamalarla totaliter yapı gevşetilerek toplumsal hareketlerin yatıştırılması hedefleniyordu.

SSCB’yi oluşturan cumhuriyetlerde SSCB’den ayrılmaya yönelik eğilimler güçlendi.

Gorbaçov, 1990’da “Egemen Devletler Birliği Antlaşması” adımını attı.

SSCB’den ayrılmaya yönelik eğilimlerin gücünü azaltmak ve hatta SSCB’yi oluşturan devletler arasında daha sıkı bir yapı kurmak hedeflendi.

Bu anlayışı eleştiren komutanlar Gorbaçov’a karşı bir darbe yaptı.

SSCB’nin en büyük cumhuriyeti olan Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Boris Yeltsin, darbeyi yapanlara karşı halkı direnmeye çağırdı.

Yeltsin’in çağrısıyla halk darbecilere karşı koydu.

Olayın hemen ardından SSCB yapısı içinde yer alan devletlerin tamamına yakını bağımsızlıklarını ilan ettiler.

19 Ağustos 1991’de Kremlin Sarayı’na SSCB bayrağı yerine Çarlık Dönemi’nde kullanılan Rus bayrağının çekilmesi ve ardından Sovyet Komünist Partisinin faaliyetlerine son verilmesiyle SSCB resmen dağıldı.

25 Aralık 1991 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya ve Kafkasya’da birçok devlet bağımsızlığını kazandı.

Türkiye, bu süreçte bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri’ni tanıyan ilk ülke oldu.

Bağımsızlığını kazanan Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan ile Türkiye’nin ortak bir dile, ortak bir hafıza ve ortak bir kültüre sahip olması bu devletlerle olan ikili ve bölgesel ilişkilerin güçlenmesine zemin hazırlamıştır.

Türkiye, SSCB’nin dağılması sonrasından sonraki süreçte Orta Asya’da bağımsızlıklarını kazanan ülkelerdeki Türkler için sosyal, ekonomik ve kültürel alanda birçok çalışma yapma gereği duymuştur.

İlk zamanlarda Türk Cumhuriyetleri’ne kısa vadeli yardımlar yapılmıştır.

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA)

Türkiye’nin SSCB sonrası dönemde Orta Asya ve Kafkasya’da yapılacak faaliyetleri ve dış politika önceliklerini uygulayacak, koordine edecek bir organizasyon ihtiyacı doğrultusunda 1992’de Dışişleri Bakanlığına bağlı olarak Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) kurulmuştur.

TİKA, 1999 yılında başbakanlığa bağlanarak faaliyetlerini sürdürmüştür.

Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı

6 Nisan 2010’da başbakanlığa bağlı müsteşarlık düzeyinde bir kamu kurumu olarak Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı kurulmuştur.

Kurumun görevi; yurt dışındaki Türk vatandaşlarının, kardeş toplulukların ve Türkiye’de öğrenim gören uluslararası burslu öğrencilerin çalışmalarını koordine etmek; bu alanlarda verilen hizmetleri ve yapılan faaliyetleri geliştirmek olarak tanımlanmıştır.

Kurumun çalışmalarıyla yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarıyla ve kardeş topluluklarla ilişkiler güçlendirilmiştir.

Bu ilişkilerin sağlamlaştırılmasında ekonomik, sosyal ve kültürel alanlar daha öne çıkarılmıştır.

Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY)

Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı 1993’te Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Türkiye’nin Kültür Bakanlarının imzalamış olduğu antlaşma ile kurulmuştur.

TÜRKSOY’un kuruluş amacı Türk halklarının gönül birlikteliğini ve kardeşliğini güçlendirmek, ortak Türk kültürünü gelecek nesillere aktarmak ve dünyaya tanıtmak için çalışmaktır.

TÜRKSOY’un 6 kurucu üyesi ile beraber 8 tane de gözlemci üyesi bulunmaktadır.

Nevruz kutlamaları, TÜRKSOY’un geleneksel etkinliklerinin başında gelir.

Sanatsal buluşmalar kapsamında her yıl Türk dünyasından fotoğrafçılar, ressamlar, opera sanatçıları, şairler, medya mensupları, tiyatro grupları, dans ve müzik toplulukları TÜRKSOY tarafından düzenlenen etkinliklerle bir araya getirilmektedir.

Yunus Emre Enstitüsü

Yunus Emre Vakfı, Türkiye’nin diğer ülkeler ile kültürel alışverişini artırıp dostluğunu geliştirmek amacıyla 2007’de kurulmuş bir kamu vakfıdır. Amacı;

Türkiye’yi, Türk dilini, tarihini, kültürünü ve sanatını dünyaya tanıtmak,

Bununla ilgili bilgi ve belgeleri dünyanın istifadesine sunmak,

Türk dili, kültürü ve sanatı alanlarında eğitim almak isteyenlere yurt dışında hizmet vermektir.

2007’de yasa ile kurulan ve 2009’da faaliyetlerine başlayan Yunus Emre Enstitüsünün yurt dışında 40’tan fazla kültür merkezi bulunmaktadır.

Kültür merkezlerinde verilen Türkçe eğitiminin yanı sıra, farklı ülkelerdeki eğitim kurumlarıyla yapılan iş birlikleri ile Türkoloji bölümleri ve Türkçe öğretimi desteklenmektedir.

Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı

Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Kırım Türk’ü düşünür İsmail Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik” ilkesini yaşama geçirmek için Prof. Dr. Turan Yazgan tarafından kurulmuştur.

Vakıf, çalışmalarıyla Türk Dünyası’nı Kültürel anlamda iş birliğine kavuşturmayı hedeflemektedir.

Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Türk Dünyası’nın stratejik noktalarında eğitim kurumları açmıştır.

Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye

II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa için bir barış ve iş birliği projesi olarak nitelendirilen Avrupa Ekonomik Topluluğunun (AET) 1957’de kurulmasından kısa bir süre sonra Türkiye, 31 Temmuz 1959’da topluluğa ortaklık başvurusunda bulunmuştur.

AET Bakanlar Konseyi, Türkiye’nin yapmış olduğu başvuruyu kabul ederek üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık antlaşması imzalanmasını önermiştir.

Söz konusu antlaşma 12 Eylül 1963’te imzalanmış ve 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girmiştir.

Ankara Antlaşması, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin hukuki temelini oluşturmaktadır.

Türkiye’nin AET’ye uyum süreci antlaşmanın yürürlüğe girdiği 1 Aralık 1964 itibarıyla başlamıştır.

Türkiye-AB ilişkileri, 1970’li yılların başından 1980’lerin ikinci yarısına kadar Türkiye’de yaşanan siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı istikrarsız bir süreç yaşamıştır.

12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nin ardından AB ile ilişkiler resmen askıya alınmıştır.

1983’te Türkiye’de sivil idarenin yeniden kurulmasıyla Türkiye dışa açılma sürecine girmiştir.

AET, 1991 Maastricht (Mastrikt) Antlaşması ile resmen Avrupa Birliği (AB) adını almıştır.

Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girmiştir.

10-11 Aralık 1999’da yapılan Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye adaylığı resmen onaylanmış ve diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağı açık ve kesin bir dille ifade edilmiştir.

17 Aralık 2004 tarihli Brüksel Zirvesi’nde, AB-Türkiye ilişkilerinde bir dönüm noktası daha yaşanmış ve zirvede Türkiye’nin siyasi kriterleri yeteri ölçüde karşıladığı belirtilerek 3 Ekim 2005’te üyelik müzakerelerine başlanması kararı alınmıştır.

Günümüzde de müzakereler hâlâ devam etmektedir.

Bosna Savaşı ve Balkanlardaki Gelişmeler

Bosna Savaşı, 1 Mart 1992’den 14 Aralık 1995’e kadar sürmüş olan bir savaştır.

Yugoslavya Devleti; Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Kosova, Slovenya, Makedonya ve Karadağ Cumhuriyetlerinden oluşan federal bir cumhuriyetti.

1980’de Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun ölümünden sonra Yugoslavya’yı oluşturan federal devletler arasındaki ilişkiler bozulmaya başladı.

Oluşan siyasi gerginlik sonucu 1990’da Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetlerden birisi olan Slovenler bağımsızlık ilan ettiler.

Slovenya’nın ardından Hırvatistan ve Makedonya’nın da bağımsızlığını ilan etmesi üzerine ağırlıklı olarak

Sırplardan oluşan Yugoslavya ordusunun bu devletlere saldırmasıyla Yugoslavya İç Savaşı başladı.

27 Kasım 1991’de Bosna-Hersek kendi ülkesinin bütünlüğünü korumak için bağımsızlığını ilan etti.

Bosna-Hersek nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Boşnaklar ve Hırvatlar bağımsız bir devlet olarak tanınmak isterken Bosna-Hersek’te yaşayan Sırplar, Batı Sırp Cumhuriyeti’ni ilan ettiler ve istedikleri bölgeleri ele geçirmek için Müslüman Boşnaklara karşı saldırılara başladılar.

1992’de Müslüman Boşnaklara karşı etnik temizlik başladı.

Sırp milislerin ve daha sonra da Hırvat milislerin saldırıları üzerine Bosna-Hersek harabeye döndü.

Mostar şehri, Hırvat güçleri tarafından 9 ay boyunca kuşatma altına alındı ve şehir, yoğun bombardımana tutuldu.

Şehrin sembolü olan Osmanlı mirası Mostar Köprüsü, Hırvat topçuları tarafından imha edildi.

Bosna’nın doğusundaki Srebrenica (Srebrenitsa) çevresindeki Boşnak kasabalarına ve köylerine saldırdı.

1993’te, BM Güvenlik Konseyi Srebrenica’yı güvenli bölge olarak ilan etti ve bölgeye yönelik her türlü silahlı saldırıyı yasakladı.

1995’te Radko Miladiç komutasındaki Sırp güçleri, birleşmiş milletler komutasındaki 400 Hollandalı asker tarafından korunan Srebrenitsa’da katliam yaptı. Bosna’nın doğusundaki Srebrenica (Srebrenitsa) çevresindeki Boşnak kasabalarına ve köylerine saldırdı.

1993’te, BM Güvenlik Konseyi Srebrenica’yı güvenli bölge olarak ilan etti ve bölgeye yönelik her türlü silahlı saldırıyı yasakladı.

1995’te Radko Miladiç komutasındaki Sırp güçleri, birleşmiş milletler komutasındaki 400 Hollandalı asker tarafından korunan Srebrenitsada  katliam yaptı.

5 Eylül 1995’te ABD’nin girişimiyle savaşan taraflar Cenevre kentinde barış görüşmelerine başladılar.

Cenevre’de varılan antlaşmadan sonra Bosna-Hersek’teki üç toplumun liderleri olan Aliya İzzetbegoviç, Slobodann Miloseviç ve Franjo Tudjman (Franko Tujman) ABD’nin Dayton (Deytın) kentinde barış masasına oturdular ve 21 Kasım 1995’te Dayton Barış Antlaşması’nı imzaladılar.

Dayton Barış Antlaşması

Bosna-Hersek adı aynı olan ve daha önce tanınan uluslararası sınırlara uygun sınırları olan tek bir devlet olarak kalacaktır.

Devlet iki birimden, Bosna-Hersek Federasyonu ve Bosna Sırp Cumhuriyeti’nden oluşacaktır.

Tüm taraflar La Haye’deki (Lahey) savaş suçları mahkemesine yardımcı olacaktır.

NATO Barış Uygulama Gücü’nün denetiminde, Dayton Antlaşması’nın aşama aşama uygulanmasıyla, Bosna- Hersek’te barışın oluşmasında ve bölgede yeni bir düzenin kurulmasında önemli gelişmeler sağlandı.

21. yüzyıla girerken Müslüman Boşnaklara yapılan zulüm de durmuş oldu.

Siyonizm Sorunu ve Filistin

II. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra İngiltere’nin denetiminde olan Filistin topraklarına Avrupa’dan büyük oranda Yahudi göçü gerçekleşti.

1946’ya gelindiğinde Filistin’deki Yahudi nüfusu tahminen 250.000 kişiydi.

1948-1951 yılları arasında, Avrupa’daki Yahudi mültecilerin üçte ikisinden fazlasını içeren 700 000’e yakın Yahudi, İsrail’e göç etti.

Filistin’de Yahudi-Filistin gerginliği başladı.

II. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere, Amerika’nın yardımını sağladıktan sonra, Filistin meselesini Birleşmiş Milletlere götürüp, meselenin çözülmesini istedi.

BM, 1947′de Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi.

Yahudiler bu kararı kabul ederken Araplar reddetti.

Kudüs şehrine ise, BM denetiminde milletlerarası bir bölge statüsü tanındı.

Yahudi liderler, 14 Mayıs 1948′de İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan ettiler.

Ardından Orta Doğu’nun en büyük sorunu olan ve günümüze kadar etkileri süren Arap-İsrail çatışması ve Filistin Sorunu ortaya çıktı.

Buna bağlı olarak:

1948 Arap-İsrail,

1956 Mısır-İsrail,

1967 Arap-İsrail,

1973 Arap-İsrail savaşları meydana geldi.

1978’de Mısır ve İsrail arasında imzalanan Camp David (Kemp Deyvid) Antlaşması’yla İsrail ve Arap devletleri arasında bir daha sıcak çatışma yaşanmadı.

Filistinlilerin işgal edilmiş topraklarını koruma mücadelesi devam etti.

 Filistin’de başlayan ve Filistin halkının başkaldırısı anlamına gelen “İntifada” bu mücadelenin en somut örneğidir.

İsrail işgaline karşı Filistin halkının başkaldırısı olan Birinci İntifada 1987’de başladı.

İkinci İntifada ise 2000’den 2005 yıllına kadar devam eden Filistin ayaklanmasıdır.

Cezayir’de toplanan Filistin Millî Konseyi, 15 Kasım 1988’de ilan ettiği bildiriyle Bağımsız Filistin Devleti’ni ilan etti.

Bağımsız Filistin Devleti’ni Türkiye dâhil birçok ülke tanıdı.

Filistin Devleti’nin tanınması için uluslararası sahada yapılan diplomatik girişimler sonuç verdi.

İsrail, Batı Şeria ve Gazze bölgelerinde Filistinlilerin özerk bir yönetim kurması düşüncesine olumlu yaklaştı.

ABD öncülüğünde yapılan görüşmeler sonucunda 1993’te İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) liderleri barış antlaşması imzaladı.

Bu antlaşmaya göre İsrail, Batı Şeria ve Gazze bölgelerinde Filistinlilerin özerkliğini resmen kabul etti.

İsrail, Gazze bölgesinden kendi topraklarına füze atılmasını bahane ederek 2007’de Gazze’ye 2009’a kadar sürecek olan şiddetli bir saldırı başlattı.

Bu saldırı uluslararası camiada büyük tepki gördü.

2010-2011 yıllarında başta Rusya olmak üzere Brezilya, Arjantin ve Şili, 1967 öncesi sınırlarını esas alarak Filistin’i bağımsız bir devlet olarak kabul ettiklerini dünyaya ilan ettiler.

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, bağımsız bir devlet olarak tanınmak için Birleşmiş Milletlere resmen başvurdu.

Yapılan oylamada başta Türkiye olmak üzere 138 ülke evet oyu verdi ve Filistin, BM nezdinde bağımsız bir devlet olarak kabul edildi.

I. Körfez Savaşı

1980-1988 arasında komşusu İran ile savaşan Irak, savaşın bitmesinin ardından silahlanmayı artırdı.

Kuveyt üzerinde hak iddia etmeye başladı.

Böylece Irak-Kuveyt ilişkileri gerginleşti.

Uluslararası arabuluculuk girişimleri gerginliği azaltmaya yetmedi.

Irak, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i 19. İli olarak ilan edip, işgal etti.

Kuveyt işgali üzerine toplanan Birleşmiş Milletler, Irak’ı kınadı ve işgal ettiği topraklardan kayıtsız şartsız çekilmesini istedi.

Irak’ın BM kararlarına uymayacağını açıklaması üzerine, 17 Ocak 1991’de Irak’a karşı önce hava harekâtı ardından da kara harekâtı başlatıldı.

Uluslararası güç ile Irak kuvvetleri arasındaki savaş kısa sürdü.

Irak ordusu mağlup oldu ve Kuveyt işgalden kurtarıldı.

Irak, 1991’de BM tarafından önerilen ateşkes anlaşmasını imzaladı.

Böylece savaş resmen sona erdi.

Barışın sürekliliği ve ekonomik ambargonun kaldırılması, Kuveyt’in işgalden önceki sınırlarının kabul edilmesine ve Irak’ın nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlardan arındırılması kararına uymasına bağlandı.

Savaşın ardından Irak’ta iç karışıklık baş gösterdi.

Irak’taki Baas rejimine muhalif Kürt gruplar ülkenin kuzeyinde, Şii gruplar ise ülkenin güneyinde ayaklanma başlattılar.

Baas rejiminin şiddet kullanarak bu gruplara saldırması üzerine, Irak birliklerinin 36. paralelin kuzeyi ile 32. paralelin güneyine geçirilmeme şartı kabul edildi.

Ateşkesi denetlemek ve gerekirse müdahale etmek için ABD, İngiltere ve Fransa birliklerinden oluşan uluslararası askerî bir kuvvet (Çekiç Güç) oluşturuldu.

Irak hükûmeti ülkenin kuzeyindeki kontrolü kaybetti.

Boşluğu doldurması amacıyla bölgede güçlenen muhalif Kürt gruplar, Irak’tan kopuş sürecine girdiler.

PKK terör örgütü, Irak’ın kuzeyine yerleşmeye başladı ve bu durum Türkiye için bir güvenlik sorunu hâline geldi.

II. Körfez Savaşı ve ABD’nin Irak’ı İşgali

ABD, 11 Eylül 2001 yılında New York şehrinde bulunan Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırıdan sonra, İngiltere ile birlikte teröre karşı dünya çapında bir mücadele başlattığını ilan etti.

Bu doğrultuda teröre destek verdiği iddiasıyla önce Afganistan’a askerî müdahalede bulunan ABD, ardından Irak’a yöneldi.

ABD, Irak’ı kitle imha silahları edinmek ve dünya barışını tehdit etmekle suçladı.

ABD’nin girişimleriyle Birleşmiş Milletler, Irak’a bu konuda baskı yapılması kararı aldı.

Bu karara karşılık Irak, ülkesindeki askerî tesislerin BM yetkililerince denetlenmesini kabul etti.

Irak’ın BM kararlarını koşulsuz kabul etmesi, Kuveyt işgali nedeniyle komşularından resmen özür dilemesi ve BM yetkililerinin kitle imha silahlarına rastlamadıklarını rapor etmeleri üzerine gerginlik yumuşadı.

ABD yönetimi bu kez de Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ve ailesinin Irak’ı terk etmelerini istedi.

Aksi takdirde Irak’a askerî müdahale yapılacağını açıkladı.

Irak yönetimi ABD’nin bu uyarısını reddetti.

ABD’ye destek olarak İngiltere, İspanya, Çek Cumhuriyeti, Portekiz, Danimarka, İtalya ve Macaristan’dan oluşan bir Avrupa koalisyonu oluşturuldu.

Savaş öncesi ABD yönetimi, Türkiye topraklarından geçerek Irak’a askerî müdahale yapmak istedi.

1 Mart 2003’te yapılan oylamada ABD’nin bu isteği TBMM tarafından reddedildi.

ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, 20 Mart 2003’te Irak’a hava saldırısını başlattı.

22 Mart 2003’te ise kara harekâtı başladı.

ABD kuvvetleri, 9 Nisan 2003’te Irak’ın başkenti Bağdat’ı işgal etti.

Irak kuvvetleri ve koalisyon güçleri arasındaki savaş, ABD Başkanı George W. Bush’un (Corç Buş) 15 Nisan 2003 tarihinde kesin zaferin kazanıldığını ilan etmesiyle son buldu.

Savaş sonucunda Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin ve Baas rejimi devrildi.

Irak’ı işgal eden ABD, ülkeye geçici valiler atayarak ülkeyi yönetmeye başladı.

13 Temmuz 2003’te ABD nüfuzunda “Geçici Irak Yönetim Konseyi” oluşturuldu ve bu geçici konsey BM nezdinde tanındı.

Böylece dünyanın küresel gücü olan ABD, İngiltere ile birlikte, dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip ülkesi olan Irak’ı ele geçirerek Orta Doğu’da önemli bir güç kazandı.

Siyasi istikrarsızlık ve otorite boşluğu, Irak topraklarındaki denetlenemeyen terör gruplarının sayısını ve buna bağlı olarak şiddet olaylarını artırdı.

Irak’ta yaşanan bu istikrarsızlık hem Irak’ın komşularında hem de tüm bölgede güvenlik sorunlarını ortaya çıkardı.

Arap Baharı

Arap Baharı, 2010’da Orta Doğu ülkelerindeki demokratik olmayan yönetimlere karşı bu ülkelerin halkları tarafından daha çok demokrasi ve özgürlük talebiyle başlatılan, protesto ve ayaklanmalarla gerçekleşen halk hareketleridir.

Arap Baharı olarak adlandırılan süreç Tunus’ta başladı. İş bulamamaktan ve geçim sıkıntısından dolayı seyyar satıcılık yapan üniversite öğrenimli Tunuslu Muhammed Buazizi adlı gencin bir zabıta görevlisince tokatlanması ve tezgâhı ile mallarına el konulması olayları başlatmıştır.

Tunuslu genç Muhammed Buazizi’nin kendisini yakarak intihar etmesi sonrası başlayan hükûmet karşıtı gösteriler sonucu, Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali görevinden istifa etti.

Bu sürece Yasemin Devrimi adı verildi.

Yasemin Devrimi’nden sonra Tunus’ta daha demokratik bir yönetim kuruldu ve yeni bir dönem başladı.

Tunus’ta başlayan olaylar diğer Arap ülkelerine de yayıldı.

25 Ocak 2011’de Mısır’ın en büyük meydanı olan Tahrir Meydanı’nda, Arap baharının esintileri yayılmaya başladı.

Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da da açlık, işsizlik, yolsuzluk, diktatörlük gibi benzer sorunlar sebebiyle halk isyan etmeye başladı.

Ülkede gitgide büyüyen isyan nedeniyle Hüsnü Mübarek’in 1981’de başlayan yönetimi, 11 Şubat 2011’de istifa etmesiyle son buldu.

Mısır’da yapılan demokratik seçimleri Muhammed Mursi kazandı.

Muhammed Mursi, Mısır’da demokratik seçimle başa geçen ilk cumhurbaşkanı oldu.

Mısır’dan sonra Libya’da da protestolar başladı.

Libya’daki protestolar bir süre sonra demokratik gösterilerden Libya hükûmetine karşı silahlı bir başkaldırıya dönüştü.

Bu durum Libya’yı iç savaşa sürükledi.

Fransa, yaşanan olaylara seyirci kalamayacağını söyleyerek NATO ile birlikte olaylara müdahale etti.

Libya yönetiminin zayıflamasıyla muhalif güçler başkent Trablus’u ele geçirdi.

Libya Lideri Muammer Kaddafi, muhalif milisler tarafından linç edilerek öldürüldü.

Arap Baharı’nın etkileri Suriye’de daha sert ortaya çıktı.

Ülkeye egemen Baas Partisi yönetiminin demokratik olmayan ve baskıcı yönetiminden bunalan halk, rejime karşı protestolara başladı.

Devlet Başkanı Beşşar Esed yönetimindeki Baas rejiminin protestolara karşı müdahalesi çok sert oldu.

Suriye’de iç savaş başladı.

Yüzbinlerce insan hayatını kaybetti.

Ülkede yaşamın zorlaşmasıyla beraber birçok Suriyeli kendi ülkesinden kaçarak başka ülkelere sığındı.

4 milyon kadar Suriyeli dünyanın çeşitli yerlerine sığınmacı olarak yerleştirildi.

Bu sığınmacılardan yaklaşık 3 milyonu ise Türkiye’ye geldi.

Körfez ülkelerinden Bahreyn ve Yemen’de de Arap Baharı’nın etkileri görüldü.

Bu iki ülkede protestolar bir süre sonra mezhep çatışmasına dönüştü.

Suudi Arabistan’ın müdahalesiyle Bahreyn’de muhalifler bastırıldı.

Yemen’de durum Libya ve Suriye’deki gibi bir iç savaşa dönüştü.

Arap Baharı’nın Sonuçları

2010’da Tunus’ta başlayan değişimle Orta Doğu’da daha demokratik bir dönemin başlayacağı düşünüldü.

Fakat beklenen olmadı.

Sürecin bazı ülkelerde iç savaşa dönüşmesi bölgede istikrarsızlığa yol açtı.

Batı ülkelerinin siyasi çıkarları nedeniyle bu çatışmalara müdahale etmesi bölgedeki sorunları daha da derinleştirdi.

Bu istikrarsızlık sonucu ortaya çıkan terör örgütleri, hem çatışmaların yaşandığı ülkeler hem de bölgenin diğer ülkeleri için bir güvenlik sorunu hâline geldi.

Mısır’da ise demokratik yollarla seçilmiş Muhammed Mursi’nin askerî bir darbeyle devrilmesi ülkedeki ve bölgedeki demokrasi beklentilerini sonlandırdı.

11 Eylül Saldırıları ve Küresel Terör

Dağılan SSCB sahasında ve eski Doğu Bloku ülkelerinde siyasi etkisini artırdı.

ABD, siyasi gücünü artırdığı ve tek kutuplu dünyada yön verici bir ülke konumuna geldiği bir dönemde büyük bir terör saldırısı yaşadı.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin New York kentinde bulunan Dünya Ticaret Merkezine, Washington’a (Vaşingtın) ve Pentagon’a sivil uçakların kullanıldığı saldırılar düzenlendi.

Dünya Ticaret Merkezinin iki binası da çöktü ve burada çalışan binlerce kişi hayatını kaybetti.

11 Eylül Saldırısı, ABD sınırları içine doğrudan ABD’ye yapılan ilk saldırıydı.

Saldırı İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Türkiye dâhil olmak üzere pek çok devlet tarafından kınandı.

ABD Başkanı George W. Bush (Corc W. Buş), saldırıyı ABD’ye yönelik bir savaş ilanı olarak niteledi.

ABD yönetimi ayrıca bu saldırıyı dünyadaki tüm özgür ve demokratik ülkelere yönelik bir savaşa benzetti.

12 Eylül 2001 günü yapılan NATO toplantısında saldırıyı NATO’nun bunu tüm üyelere yapılmış bir saldırı olarak kabul etmesini sağladı.

11 Eylül Saldırısı’nı ülkesine bir savaş ilanı olarak kabul eden ABD yönetimi, saldırının arkasında olduğuna inandığı ülkelere karşı savaş başlattı.

İlk olarak saldırıyı üstlenen El-Kaide adlı terör örgütünün konumlandığı Afganistan’a karşı askerî bir operasyon başlatıldı.

7 Ekim 2001’de başlayan bu harekât sonucunda Afganistan’daki Taliban yönetimi devrildi.

ABD, Afganistan’ı işgal etti.

11 Eylül Saldırısı’nı desteklediği ve kitle imha silahları bulundurduğu iddiasıyla ABD, 20 Mart 2003’te Irak’a karşı askerî operasyon başlattı ve Irak’ı yeniden işgal etti.

ABD kendi politikası için tehlikeli gördüğü İran ve Kuzey Kore’ye karşı Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya “Küresel Füze Kalkanı” adı altında füze sistemleri yerleştirdi.

Fakat bunu kendisine karşı bir hareket olarak gören Rusya, ABD’ye sert tepki gösterdi.

11 Eylül Saldırısı’ndan sonra dünya siyaseti, Soğuk Savaş Dönemi’ndeki Doğu-Batı Bloku çatışmasından küresel teröre karşı mücadele anlayışı şekline dönüştü.

Irak’taki Gelişmeler

Irak’ın 2003’te ABD tarafından işgalinden sonra Irak’ın yeniden yapılandırılması süreci başladı.

ABD tarafından Irak’ın başına getirilen sivil yöneticiyle yönetimi paylaşacak olan Geçici Hükûmet Konseyi tarafından 13’ü Şii, 5’i Sünni, 5’i Kürt, 1’i Türkmen ve 1’i Asuri olan 25 bakandan oluşan Irak Hükûmeti kuruldu.

ABD güçleri, yeni Irak hükûmeti ile imzaladığı güvenlik antlaşmasıyla belli şartlarda Irak’taki etki ve varlığını korumayı garanti altına alarak 2009’dan itibaren askerlerini Irak’tan çekmeye başladı.

Yeni Irak hükûmeti ülkede otoriteyi kuramadı.

Irak, dünyanın en büyük ham petrol rezervine sahip ülkelerinden biri olduğundan bölgedeki mücadeleler denetimsiz silahlı grupların boru hatlarına ve pompa merkezlerine sürekli saldırıları nedeniyle artarak devam etti.

Ülke siyasetinin mezhep ve aşiret esası üzerinden belirlenmesi ülkede istikrarsızlığı artırdı.

Bu istikrarsızlıktan yararlanan PKK terör örgütü, Irak’ın kuzeyinde üslenmiş ve Türkiye’ye karşı terör saldırıları gerçekleştirmiştir.

2014’te Irak’ın en büyük kentlerinden Musul ve Tikrit’in yanı sıra bölgedeki bazı kentlerde kontrolü ele geçiren DAEŞ terör örgütü, hem bölge hem de Türkiye için büyük bir tehdit hâline gelmiştir.

Irak’ın bu durumu Türkiye için ciddi bir güvenlik sorunu hâline gelmiştir.

Suriye’deki Gelişmeler

2010’da Orta Doğu ülkelerindeki demokratik olmayan yönetimlere karşı başlayan ve Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, her ülkede farklı etkilere yol açtı.

Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’deki tek partili Baas rejimine karşı başlayan protestolar, rejimin sert tutumu sonucu bir iç savaşa dönüştü.

ABD, İran ve Rusya’nın doğrudan ya da dolaylı yollardan destekledikleri gruplar aracılığı ile Suriye’ye müdahale etmesi ülkeyi büyük bir yıkıma sürükledi.

Suriye’de devlet otoritesinin ortadan kalkmasıyla birlikte DAEŞ terör örgütü güçlendi ve Türkiye için bir tehdit hâline geldi.

DAEŞ, Türkiye’nin sınır yerleşimlerine zaman zaman terör saldırıları gerçekleştirdi.

Bunun yanı sıra PKK’nın Suriye kolu olan PYD terör örgütü ülkedeki otorite boşluğundan yararlanarak Suriye’nin kuzeyinde etkin hâle geldi.

DEAŞ terörü ile mücadele bahanesi ile özellikle ABD tarafından silahlandırılan PYD terör örgütü, Suriye’nin kuzeyini ele geçirerek devletleşmeye doğru gitmek istedi.

Fakat 24 Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetlerinin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte başlattığı Fırat Kalkanı Harekâtı ile PYD’nin uygulamak istediği planın önüne geçildi.

Azez, Cerablus ve El Bab bölgeleri DAEŞ’ten temizlenerek huzur sağlandı.

Suriyeli Mülteciler

2011’de başlayan Suriye olaylarının en büyük etkisi Suriye ile en uzun kara sınırına sahip ülke olan Türkiye’de hissedildi.

Suriye’de yaşanan insani bunalımın büyümesi sonucunda 2011’de 300-400 kadar Suriye yurttaşının Hatay ili Yayladağı ilçesindeki Cilvegözü Sınır Kapısı’na doğru hareketlenmesi, Suriye’den Türkiye’ye yönelik ilk toplu göç hareketini oluşturdu.

2015 yılı itibariyle; 10 ilde 47.488 çadır ve bölme, 11.857 konteyner olmak üzere toplam 59.295 yerleşkede Suriyeli mülteciler barındırıldı.

Suriye’de iç savaşın şiddetinin artması üzerine Türkiye’ye yapılan göçler artarak devam etti.

Türkiye, savaştan kaçan Suriye halkını etnik köken ve inanç gözetmeden “açık kapı” ilkesi ve “geçici koruma” politikası çerçevesinde kabul edeceğini duyurdu ve bu politikasına sadık kaldı.

Nisan 2011 ile Aralık 2014 arasında geçen 3,5 yılı aşan sürede, 4,5-5 milyar doların üzerinde bir harcama yapan Türkiye’ye, uluslararası kuruluşlar ve diğer ülkelerden gelen mali destek sadece %3 dolayında kaldı.

2016 yılı verilerine göre Türkiye 3 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapmıştır.

Türkiye kişi başına düşen millî gelire oranla dünyanın en çok yardım yapan ülkesidir.

Suriye’deki iç savaştan kaçan mülteciler için Türkiye 35 milyar doların üzerinde harcama yapmıştır.

Türkiye, Suriyeli mülteci hareketini acil müdahale edilmesi gereken bir durum olarak görmüş ve bu kapsamda AFAD’ı (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) görevlendirmiştir.

Türkiye, Suriyeli mültecileri yalnızca mülteci kamplarında barındırmamıştır.

2016’dan itibaren Suriyeli mültecileri Türkiye toplumuna kaynaştırma projelerinin önü açılmıştır.

Mülteciler, bütün bakanlık ve kurumların stratejik planlarına dâhil edilmiştir.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*